Kentlere, ilçelere ve kasabalara sokak, cadde, bulvar, mahalle, semt gibi yerlere ad veren kamu kurumlarında çalışanların öncelikle tarih, dil ve coğrafya bilgisinin, yurt (vatan) şuurunun ve aynı zamanda hafızalarının sağlam olması gerekir.
 Kur’an’da Hz.Âdem’e isimleri Allah öğretti,  Tevrat’ta ise Hz.Adem’in kendi ad verdi. Eşinin adını Havva koydu. 
 İnsan kimdir? İnsan ad verendir. Hayvanlar adlandırma yapamazlar. İnsan kendine, dağa, taşa, uçan kuşa, yediği, içtiği, kokladığı her bir nesneye ad verdi. O, neye ad verdiyse onun adı o oldu. Adlandırmayı hayatımızdan kaldırırsak sağırlar ve dilsizler hayatına döneriz. 
 Tarih, ad vermeyle belirlenir. Dil, adlandırmayla varlığını sürdürür. İnsan tarihi bir varlıktır. Tarihin iki dayanağı vardır: zaman ve mekân. İnsan zaman ve mekân bilincine sahiptir. İnsan zamanı lime lime anlara, saatlere, günlere ve yıllara hatta bin yıllara ayırır. Mekânı ise o, hayatını geçirdiği, acı tatlı günlerini yaşadığı ve kendisinin biçim verdiği yer olarak belirler. Evi, köyü, dağı taşı, kasabası, ilçesi, kenti ve vatanı onda mekân bilincini oluşturur. İnsan zaman ve mekân bilinciyle insandır. Zamanı ve mekânı elinden alırsanız o kendini havada duran bir cisim gibi hisseder. 
 Eğer bir milletten bahsederseniz öncelikle onun yaşadığı ve dayandığı mekânın yani toprağın belirlenmesi gerekir. İşte bu toprak yurttur. Yurdu belirlemeden milleti tanımlamak zordur. 
 “İptidai insan, tarihi perspektiften yoksundur” der Hilmi Ziya Ülken.
 Kentlerde, ilçelerde yeni yerleşim yerleri oluşturuluyor. Bu yerler eğer eski mahalleler üzerine kuruluyorsa bu mahalle isimlerini
kaldırmayalım. Yeni kurulan yerleri adlandırırken ideolojik adlandırmadan uzak duralım. 
 İdeolojik adlandırma son yüzyıl bizi çok rahatsız etti. Kayseri’de okul müdürlüğü yaptığım yıllarda okulun bulunduğu mahallenin adı üç kez değişti. Çünkü her hükümet ve belediye başkanı değişikliğinde isim değişikliği yapılıyordu. Hatta sokak adlarına bile müdahale ediliyordu. 
  Memluklular ve Osmanlılar zamanında Mekke ve Medine kentleri en ihtişamlı yıllarını yaşamıştı. “Osmanlı Sultan II. Mahmut döneminde Necd tarafından gelen Vahhabi mezhebine mensup Suudiler, Mekke ve Medine’yi işgal ettiler. Bunlar, fıkıhta Hanbelî, Akaid’de Selefiye mezhebine mensubiyetlerini iddia ediyorlardı. Türbeleri, tekkeleri, tarikat zaviyelerini ve aşırı tezyinatları, mezheplerine göre dine aykırı görerek kısa süreli bir işgalle hepsini yıktılar. Cennetü’l Baki Kabristanı ve Hz. Hamza Şehitliği içinde yüzlerce türbe vardı. Bunların hepsini yıktılar.. Vahhabilerin Medine ve Mekke işgalleri bu iki mübarek beldeyi harabe haline çevirmişti. Hatta Hz. Peygamber Efendimizin Ravza-i Saadet binası bile önemli zarar görmüştü.” (İrfan Küçükköy, Peygamber Şehri Medine-i Münevvere, sayfa, 160. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara-2007.)
 Osmanlı döneminde Medine’de kurulan medreselerin adları şöyleydi: Mahmudiye, Hamidiye, Beşir Ağa, Özbek, Sakızlı, Servet Efendi, Arnavut Mustafa, Karabaş, Şifa, Fenerci, Şeyh Muzahhar, Keyl Nazırı Medreseleri
 Mekteplerin adları ise: Anberiye Mektebi, Osmanlı köprüsü civarında açılan Ebu Ceyyide Mektebi, Muradiye tekkeleri içinde açılan Muradiye Mektebi, Selim Efendi Mektebi, Cevriye Mektebi, Uşşakizade Mektebi, Mahmudiye Mektebi, Seyyidina Malik Mektebi ve Kufi Mektebi. 
 Kütüphanelerin adları da: Şeyhülislam Arif Hikmet,  Mahmudiye, Beşir Ağa, Harem-i Şerif, Karabaş Ömer Efendi kütüphaneleri idi. 
Paşa, Mısırlı tekkeleriydi.
 Hamamlar ise Mehmet Paşa, Ahmet Nazif Efendi, Nureddin Şehit, Mehmet Ali Paşa adıyla adlandırılmıştı.
 Kanuni Sultan Süleyman tarafından yeniden 2300 metre inşa edilen dâhili surların 5 kapısı vardı. Bunların adları: Cuma, Kale, Mısır, Mecidiye, Kasımiye kapılarıdır. 
 Mescid-i Nebevi’nin minarelerinin adları Mecidiye, Rahmet Kapısı, Selam Kapısı ve Süleymaniye idi. Sonraları Süleymaniye minaresinin adı Aziziye olarak yeniden adlandırılmıştı. Mecidiye ve Aziziye minareleri sonraları Suudilerce yıktırıldı. 
 Mescid-i Nebevi’nin kapılarının adları ise: Selam, Sıddik, Rahmet, Cibril, Nisa(kadınlar), Baki, Medine kapıları idi. 
 Mekke’de bu adlandırmalardan uzak değildi.
 Geniş bilgi için, Küçükköy’ün eserine bakılmalıdır. 
 İki kutsal kenti Medine ve Mekke’yi topraklarına katan gerek Memluklular gerekse Osmanlılar bu iki kutsal kentleri yıkmadan imar ederek kendi kentlerine neyi layık görmüşseler daha fazlasını bu kentlere layık görerek birer Türk kenti yapmışlardı.  Ve kendi mühürlerini vurmuşlardı. Her iki kent Suudilere teslim edildiğinde mahallesiyle, hanıyla, hamamıyla, mektebiyle, medresesiyle, minaresiyle, kalesiyle, çeşmesiyle Erzurum’dan, Kastamonu’dan ve Diyarbakır’dan velhasıl bir Anadolu ve Balkan kentinden farksızdı. Birer Türk kenti idiler.  
 Buradan şu sonuca gelmek istiyorum, kendilerine bir Türk kenti ve ilçesi olarak teslim edilen kentlerimizi ve ilçelerimizi yönetenler lütfen ideolojik kalıplarla düşünerek tarihe ihanet etmesinler. Sözüm ona
dindarlık adına (dinden uzak) Suudilerin Vahhabi zihniyetine ya da devrimcilik zihniyetine sahip olarak Selçuklunun, Osmanlının ve Cumhuriyetin eserlerini yıkmayalım. Bu yol bizi tarihsiz, köksüz yapar. Bu eserlerin ve mekânların adı ve sanı bizlerin tarihi birer tapularıdır.  Adlandırma işi yapılırken mutlaka bilimden, tarihten, sanattan, sosyolojiden hele hele felsefeden yeterince nasiplenilmesi gerekir.  Soralım soruşturalım. Kentlerimize, ilçelerimize ihanet etmeyelim. Hafızamızı boşaltmayalım. Omuzlarımızda tarihi sorumluklar vardır. Bu sorumluluktan süslü laflarla, büyük tabelalarla kurtulamayız.  
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.