Paradigma, felsefe sözlüğünde; “Genel olarak, ideal bir durum ya da örnek, bir şeye bakış tarzı; yargılama ölçütü sağlayan her türlü ideal tip ya da model” diye tanımlanır.
Paradigmaya bilim felsefesinde teknik anlamını veren Thomas Kuhn’dur. Kopernik’in güneş merkezli sistemi ya da başka herhangi bir teori gibi bilim insanının dış dünyaya bakışını ve araştırma yöntemini belirleyen paradigmadır.
Sosyal bilimlerde ise paradigmayı bu anlamıyla beraber, ideoloji anlamında kullananlar da vardır. Fikret Başkaya paradigmayı “Resmi İdeolojinin Eleştirisi Paradigmanın İflası” adlı eserinde ideoloji anlamında kullanır. Onun Temel tezi şudur:“İki yüz yıldır dayatılan asrileşme, muasırlaşma, batılılaşma, çağdaşlaşma, kalkınma, çağ atlama problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan bu anlayışlar paradigmanın iflas ettiğinin kabulü” anlamına gelir demektedir. 
İdris Küçükömer “Düzenin Yabancılaşması” adlı eserinde, “Biz batılılaşmıyoruz kendimize yabancılaşıyoruz” der. O, Osmanlının kapitalist düzene geçemediğini ifade ederek şu tespiti yapar: “Türkiye’nin “sağ” güçleri, batıcı-laik bürokratik güçleri temsil eden Jön Türklerin İttihat ve Terakki kanadı, Birinci Meclis’te C.H. Fırkası. -CHP, Ortanın Solu’dur-. “Sol” güçleri ise Hürriyet ve İtilaf, Demokrat Parti ve Adalet Partisi’dir.” Bu anlayışa göre Demokrat partinin mirasına sahip çıkan merkez sağ partileri de aynı çizgide saymamız gerek. 
Osmanlı ve onun devamı olan Cumhuriyet döneminin paradigması değişmediği için iki yüz yıllık çabalar paradigmanın iflasını sağlamıştır, yargısı bu iki iktisatçının temel düşüncesini oluşturur. 
Bu iki anlayışa karşı, ünlü felsefe hocası  Bedia Akarsu, “Son 200 yıllık dünya tarihi içinde üç büyük devrim yaşamıştır insanlık: 1789 Fransız Devrimi, 1917 Rus Devrimi, 1923 Türk Devrimi. İlk ikisi birer sınıf devrimidir; biri orta sınıfın, öteki de işçi sınıfının. Oysa Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk devrimi bir sınıf devrimi değil, gerçek anlamıyla bir halk devrimidir ve insanlık devrimidir aynı zamanda.” demektedir.
Bu iki farklı görüşten yana tavır takınacaksam elbette Akarsu’nun görüşlerini daha tutarlı bulmaktayım. 
İran İslam Devrimi, Bedia Akarsu’ya göre bir devrim niteliğini taşımamaktadır. 
 Kaldı ki, bunu bir devrim olarak düşünsek de, adına İran İslam Cumhuriyeti devrimi dense de, esasında bu yapılan, bir mezhebin paradigmasının kocaman bir ülkeye bir din ve hayat tarzı olarak dikte edilmesinden başka bir şey değildir.  Zira, İran’da mezhep din anlamındadır. İran devrimi, Şiiliği Safevi Devletine resmi mezhep yapan Şah İsmail’in uygulamasının yeniden İran’da diriltilmesidir. Şii dünyasının dışında, ideolojik anlamda bazı İslamcı gurupların sempatisini kazansa bile, gözle görünür bir yaygınlık kazanamamıştır. İran Devrimi Türkiye’yi etkiliyor diye yaygara koparanların kulakları çınlasın!  
İran devriminden daha önce Mısır, Suriye, Irak, Tunus ve Libya’da asker kökenli devlet başkanlarının eliyle gerçekleştirilen iktidar değişikliğine Arap sosyalist devrimi adını verdiler.  Ancak, bu devrime karşı gelen ya da alternatif bir paradigma sunduğunu ileri süren Arap aydınları, Arap sözcüğünü kaldırıp yerine İslam sözcüğünü ekleyerek, İslam (sosyalizmi) paradigmasını öne sürdüler.  Aslında bu, Arap sosyalist anlayışının değiştirilmiş adıydı.  Bu düşüncenin ortam bulduğu yer ise Mısır’dı.
Arap Sosyalist Devrimi,  sağın ve solun dikkatini önemli ölçüde çekemedi. Arap sosyalizmi, Niyazi Berkes’in; İslam sosyalizmi ise Nurettin Topçu’nun az da olsa dikkatini çekti. Hatta, Topçu bir dönem Anadolu sosyalizmini, bir diğer ifadeyle de İslam sosyalizmini öne sürdü. Topçu, sağ kanadın yazarı olarak bilindiği için Türk solunca rağbet görmedi. 
 Seyyit Kutup ve onun çizgisindeki bazı Arap aydınlarının öne sürdüğü İslami (özde Arap sosyalizmi) bakış açısı da ülkemizde yine bazı kesimleri etkiledi.
Öte yandan, Türkiye’deki siyasal İslamcılar, resmi mezhebi Vahabilik olan Suudi Arabistan ile ilişkilerini iyi tuttular. Fakat, Vahabiliğe en ufak bir eleştiri yöneltmedikleri gibi buna da rağbet etmediler. 
İdris Küçükömer’in yukarıda ifade ettiği şekliyle, paradigmaları solcu; ancak kendilerini sağcı diye ifade eden İslamcı kesim, cumhuriyet, laiklik ve demokrasiye sahip çıkmadılar. Arap aydınlarının düşüncelerinden de etkilenerek seslerini oldukça da yükselterek; ben laik değilim, ben demokrasiyi kabul etmiyorum, dediler. Daha açık ifadeyle, İslam’ın kendi içinde bu tür değer ve kavramları barındırmadığı fikrini ileri sürdüler. Hatta, Arap toplumları sosyalistleşirken, vahabileşirken dindar oldu, Müslüman halk oldu,  Türkiye laikliği, demokrasiyi benimserken dinsiz oldu diye propagandalar gırla gitti. 
İki yüz yıllık Türk İnkılâbını anlamaya ve ülkelerinde uygulamaya gayret eden Afganistan ve İran’ın “dinden uzaklaşıyor” bahanesiyle önü kesilerek bugünkü hale getirildi. Türkiye’nin de, daha önceleri  “şeriat”, daha sonraları  “din elden gidiyor” ya da “dinsizleşiyoruz” gibi asılsız ve temelsiz propagandalarla önü kesilmek istendi ve en güzel günleri heder edildi. Türkiye’yi Büyük Orta Doğu projesinin bir parçası yapma çabaları da bunun en açık göstergelerinden birisidir.  
Yine, Küçükömer’in ifadesiyle, söylemleriyle solcu, ancak kendisini Din ve vicdan özgürlükçüsü olarak lanse eden Demokrat Parti, adını demokrat koymasına ve  “laiklik”, “insan hakları”, “eşitlik” ve “demokrasi” gibi değerleri savunmasına karşın,  İslam dünyasında özellikle de Arap toplumlarında en ufak bir karşılık görmedi. 
Arap coğrafyası, bizim benimseyip toplumsal hayatımıza hâkim kılmaya çalıştığımız  evrensel değerlere itibar etmemiştir. Ancak Arap ülkelerinde yeni yeni kurulan merkez partilerin, programlarını düzenlerken Türkiye’yi örnek aldığı ileri sürülmektedir.
Doksanların başında Varşova Paktı’nın çöküşü ile gerek Orta Avrupa’nın Sovyet bloğundan koparılması, gerekse Arap ülkelerindeki rejim değişikliği, sosyalist bloğun iflası oldu. Varşova paktının, Arap ve Güney Amerika sosyalist devletlerin rejim değişikliklerine hep beraber şahit olduk.
Türkiye’de iktidara gelenler “ileri demokrasiyi ya da demokrasi standartlarını geliştireceğim” diyerek iktidara geldilerse de partiler kendi içerisinde parti demokrasisini bile işletemediler.  Kısaca aile, okul, üniversite, cami, kışla ve sokak demokrasi kültürünü içselleştiremedi. Dolayısıyla bunlar birbirini de desteklemedi. Dahası, ülkemizde kendilerini sağ ve sol olarak tanımlayan kesimler temelde demokrasiye, laikliğe kısaca evrensel değerlere karşı savaş açmadılarsa da onun dostu da olmadılar. 
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türk İnkılâbının iflasına değil, ayakta olduğuna şahit olmaktayız.  Bunlara ilaveten, ülkede sözde okumuş kesimlerde zaman zaman Türk medeniyetinin 200 yıllık çabası ve temelleri Marksist ve İslamcı ideolojiler tarafından küçümsendiyse de her darda kaldıklarında ve iktidara göz diktiklerinde en çok kullandıkları kavram cumhuriyet, ileri demokrasi, insan hakları, laiklik ve emek gibi temel değerler oldu. Kendi zayıf ideolojileri her seferinde rağbet görmeyince iç huzursuzluğu ve ülkede düşmanlık aşılamayı ihmal etmediler. Ve her seferinde sokak edebiyatına ve sokak şiddetine başvurmaktan kendilerini de alamadılar. 
Filozofu, derin edebiyatçısı,  samimi mekteplisi, medreselisi ve üniversitelisi olmamasına rağmen Türk medeniyetini yeniden ihya etme çabası ve istikameti sapa sağlam yoluna devam etmektedir.  
Ancak medeniyetin eşiğinde bekleyen tehlike;   sosyalistleşme ya da İslamlaşma adıyla öne sürülen paradigmanın iflasını anlayan siyaset ve siyasilerimizin üçüncü bir çıkış yolunun olmadığını düşünerek Türkiye’yi çok uluslu şirketlerin yani kapitalist paradigmanın kucağına atma tehlikesidir. 
Kenetlenme bilincinden yoksun toplumların oluşturduğu başta Afrika, Balkan, Asya topraklarındaki ülkelerin özelikle de Irak, Afganistan, Sudan, Yemen,  Cezayir, Libya, Tunus ve Mısır’ın küresel güçlerce yeniden pay edilmesi bunun en güzel örneğidir. Zaten Arap Baharı adıyla yapılmak istenen de budur. 
Küresel güçler kendi aralarında kenetlenme bilincini koruyarak birleşirken, içinde bulunduğumuz yüzyılda dünyayı altı yüze yakın küçük devletçiğe bölerek mevcut sömürü yönetimlerini böylece sürdürme planları yapmaktadırlar. 
Batı medeniyetiyle ilişkilerde 200 yıllık yolculuğumuzun sonunda kazandığımız değerlerden vazgeçmemiz ve yönümüzü başka tarafa çevirmemiz düşünülemez.   
Türkiye bu yolculukta sahip olduğu erdemli cumhuriyet, erdemli demokrasi, temel insan hakları, hukukun üstünlüğü, eşitlik ve emek gibi değerlerini daha da içselleştirmelidir. Bunlara ilaveten iki bin yıllık devlet tecrübesini kullanmalıdır. Savaş meydanlarında kazandığı ya da kaybettiklerini, kendini daima yenileme ve eskiyen değerlerini geride bırakma yeteneğini, halkının ve rakip toplumların karakterlerini iyi tanımayı; zaman zaman savaş meydanlarında kazanmasına rağmen diplomaside kaybetmesinin sonuçlarını, ülkenin ekonomik, siyasi ve hukuki çıkarlarını koruyacak her türlü gücü elinde bulunduran ve hazır tutan bir ordunun varlığını, her şeyden daha önemlisi bağımsız yaşama azmi ve kararlığını korumalıdır.     
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.