Vakit vakte eklensin ve ben seni daha iyi duymak için dağlara çıkayım. İzinden, kokundan bir parça bulabilir miyim diye sahralarda dolaşayım. Enginleri aşıp, rüzgârlarla konuşayım. Şaşkınlar mahşerinde seni bulmak için kapı kapı, sokak sokak dolaşayım. Ellerim duada, gözlerim yollarda, gecede yürüyüp gündüze kavuşayım. Yolumu; dostluğu pusula edip, dostlarına kavuşmak ve ayrılmamak hususunda yemin etmiş, her cefaya dayanmak hususunda kendine söz vermiş gönül adamlarının semtine uğratayım. Kibrini mağlup etmek, nefsine söz geçirmek, aşkını, izânını, erdemini artırmak gayesiyle yollara düşenin, düşüpte hicrana yaslananın ve bu dâğdağadan kendini kurtaranın ellerine sarılayım. Biraz nefes alıp ve dahi becerebilirsem nefes vereyim. Ya da yoldaş olmak için gücüm yettiği, dilim döndüğünce yalvarayım.
        
         Sen Gel ve Çoğalt Bu Acıyı…
        
         Dertli yüreklerle buluşup, dertlerine derman olamasam da, ortak olmaya çalışayım, bunu da beceremesem; hicran yaralarıyla kavrulan, yanan dönen, umut etmenin ağırlığıyla sarsılan, umutsuzluğu berhava etmek için çabalayan yaralı yürekleri teselli edecek sözler bulayım.
         Sürsün hem bugün, hem yarın ve hem de daha nice bir zaman… Sürsün; ruhumuzu ıstırapla donatan ve her yeni anda yeni kavgalara sokan bu incitici, bu delirtici, bu şaşırtıcı hâl… Büyüdükçe büyüsün, coştukça coşsun, arttıkça artsın, yayıldıkça yayılsın hüzne aşina bedenlerdeki sevgi, sevda ve merhamet… Kadirbilirlik, vefa, cömertlik, yiğitlik ve insanlık… Yeni şarkılar yükselsin; nefretin, kinin, acının, merhametsizliğin, şefkatsizliğin perdelediği göğe… Daha bir görkemlice, daha bir kutluca, daha bir coşkuyla, daha bir içten ve daha samimice… Bizi anlatan, bizi hikâye eden ve bizi dile getiren… Bizden olan, bizim olan ve dünya durdukça hep bizim kalacak olan… Bizim olarak kalması için daima uğraşacağımız, daima çabalaşacağımız, daima aklımızla, yüreğimizle ve ruhumuzla sahip çıkacağımız…
 
         Sen Gel ve Çoğalt Bu Acıyı…
           
            Seni yeniden hatırlayayım ve seni sana hatırlatayım. Senden kalanları bir gözyaşı, bir büyük hüzün eşliğinde sana anlatayım. Yılların geçişi, zamanın bir yerlerde savrulup gidişi, acıların nice bir türkü, nice bir mısra eşliğinde sinemizi yakışı dile gelsin yeniden kelimelerde… Ve sen şaşıp kal bu kadar yıl sonra bile hâlâ yaşadığına, ölmediğine, hükmünün bir ıstıraba garkolmuş, bir sızıya bürünmüş olarak sürüp gittiğine… Ağlayabilirsen ağla… Bunu yap, bu inceliği, bu cüreti bir kerecik olsun sergile hiç olmazsa…  Şavkı giderek azalan, gölgeleri giderek uzayan ömrün sahibine; bu duruşun, bu susuşun, bu bakışınla, birazcık olsun onu anladığını ya da anlayabileceğini göster. Korkma! Bu geçitlerden geçilemeyeceğini, bu dağlardan aşılamayacağını, bu enginlerin geçilemeyeceğini o biliyor zaten… Yıllardır buna kendini öylesine değişmez bir şekilde inandırmış ki; bundan sonra da her ne olursa olsun bunun değişmeyeceğini biliyor. Hadi! “Ağlamayı başarırsan son kurşunu sana saklarım” diyor ya Hayriye Ünal…
           
            Sen Gel ve Çoğalt Bu Acıyı…
 
         Dönüştür ruhumu bozguna uğratmak için gece gündüz birbiriyle çarpışan düşünce ve duygularımı… Sükûta erdir içimde yıllardır ağlayıp duran, bir türlü sesini duyuramadığı için hafakanların esiri olan ve kendi içinde çırpınıp duran bu feryadı… Gülüşünle, bakışınla, duruşunla ve anlayışınla dağıt ayrılık şarkıları eşliğinde her gün biraz daha artan puslu ve dumanlı havayı… Yeni sürgünlerin bir bilinmezliğe attığı yürek yaralarımızı şaşırmışlığın, dağılmışlığın ve üzülmüşlüğün biraz olsun ellerinden kurtar.  
Yeni güneşler eşliğinde, yeni sözler söylensin, yeni güzellikler boy versin, geçen zamana yeni manalar eklensin… Sönsün kötülükten neşet etmiş duygular… Dinsin; karşılıksız sevgilerin yüreklerde oluşturduğu sızılar. Bitsin insanoğlunun zulme olan mahkumiyeti, zalime karşı dirençsizliği…
 
            Sen Gel ve Çoğalt Bu Acıyı…
 
"Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer!". Oysa senin İçine çekilmen gereken bir kendiliğin bile yok. Bir sığınağın. Bir mağaran. Tek başına için için ağlayabileceğin bir odan. Hüznün yok çünkü. Madem mahzun değilsin ey talib, niçin kendini aç bırakıyorsun?”(Dücane Cündioğlu)
           
         Yalnızlığınla çöz beni, artır beni, incelt beni, koru beni, anla beni… Bir olmanın, tek olmanın, büyük olmanın, yüce olmanın anlamı üzerinde; derin derin düşündür beni… Kalabalıklar içinde yalnız olmanın ve kendine dönmenin, kendine varmanın, kendini anlamanın, kendini bilmenin ne olduğu ve bunu çekenlerin yüklendikleri ağırlıkla insanlıkları arasındaki bağ konusunda; uyar beni, dinlet beni, yansıt yüzünü kaplayan gölgeni, sükûtunla teselli et şaşırmışlığımı ve upuzun gecelerde ve kısalan gündüzlerde sürüp giden endişemi… Çünkü;
            Sen Gel ve Çoğalt Bu Acıyı…
 
         Ben acılar sarmalında sıkışmış, aşk elinden deliliğin sınırlarında, yüreği ellerinde biçâreler gibi dönüp durdukça kendi etrafımda, dalgalanıp duran deryadan bir damlada bana düşer mi diye sayıklamaktayım. Yükü ağır, kavgası yüce ve iradesi büyük insanların vuruştukça büyüyen dertlerini anlamak için zorladığım beynimin destur verdiği kadar yol almaktayım.
         Ancak aklımızın eriş gücü, yüreğimizin genişliği ve derinliği nedir ki; sonsuzluk sevdalılarının yanında…
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.