Duygu; duyduğumuz, duyumsadığımız tutkularımızın aşk, sevgi, nefret, öfke, tiksinti, korku, mutluluk, üzüntü, şaşırma gibi heyecanlarımızın ve hallerimizin genel adıdır. 
Bilgi felsefesinde duygularımızın bilginin temeli yapılıp yapılamayacağı sorusu her zaman güncelliğini korumaktadır. 
İnsan eşya, hayvan, bitki, mekân ve insanla duygudaşlık kurabilir. İnsanla kurulan duygudaşlık o insanın halini anlama, sevinç ve üzüntülerine katılma halidir. Duygunun yetiştiği ve geliştiği yer, yürektir. Gazali ve Paskal gibi filozoflar bilgi ve erdeme ulaşmada yüreğin sezgi yolunu kullanmışlardır. Mevlana, Yunus Emre gibi büyük mistikler de bu yolu önemsediler. 
İnsan Tanrı’ya akıl yolunun yanın da duygu yoluyla da bağlanmak ister. Bu onda dini duyguyu oluşturur. Bunun din dilindeki en doygunluk hali eskilerin ifadesiyle insanın ‘vecd’ halidir.   
İnsan mekâna yani yetiştiği ortama, eve, sokağa, mahalleye, okula,  işyerine, kente, ülkeye, yine mensubu olduğu küçük ya da büyük her türden topluma karşı duygudaşlık hissedebilir. Bu milli duyguyu oluşturur. Mesela 950’lerde El Cahiz,  “Türkler vatanlarına çok bağlıdır” der.  
Duygularımız akıl, irade, vicdan, ruh, nefes gibi diğer varlık yanımızla uyum ve barış içerisinde olmalıdır.  Duygularımız bunlarla uyum ve barış içerisinde olmadığı zaman bizi istenmeyen tutum ve davranışlara sürükleyebilir.  
İnsanın akıl ve beden yanının eğitimi kadar duygularının da eğitimi önemlidir. İlim ve sanat sahibi olmanın yanında erdem ve irfan sahibi de olmak gerekir. İrfan ve erdem sahibi olmak için de duyguların eğitimi göz ardı edilmemelidir.
Tarihimizde duygularımızın eğitiminde, iki yol izlendi; birincisi medrese eğitimi. Medreselerde her türden felsefe, tarih, tabiat, coğrafya, matematik, mimari ve sanat gibi eğitim dalları yeterince rağbet görmedi.  Daha çok dini ilimler diye adlandırılan dil, mantık, tefsir, fıkıh, hadis, kelam gibi ilimler ağırlıklı olarak verildi. Deney, gözlem ve araştırmaya dayalı bir eğitimden daha çok bu ilimlerle ilgili kitapların ana metinlerinin içerisinde kalınarak onlarının şerhlerinin, haşiyelerinin okunması yoluyla eğitim verildi. Bu metinlerle verilen eğitim ağırlıklı olarak dini duygunun eğitimiydi. Cami, tekke ve zaviyeler de bu eğitime dıştan destek oldular.  Medrese ve tekkede yetişen bilgin ve ediplerin şiirlerini oluşturan divanlarına göz attığımızda dini duygunun eğitiminin ağırlıklı olduğunu görürüz. 
İkincisi Enderun mekteplerinde verilen eğitimdi. Bu mektep, saray içerisinde yer alan devlet adamı yetiştiren mektepti. Buralarda fen, matematik ve coğrafya eğitimi,   beden eğitimi,  uygulamalı idari işlerin eğitimi, yeteneklerine uygun bir sanat eğitimi, teorik olarak İslamî bilgiler ve dil eğitimi (Osmanlıca, Arapça ve Farsça) veriliyordu.
Enderun mekteplerinden yetişenler devletin mülki ve askeri her alanında görev yapıyordu. Bu eğitimle yetişenlere dini duyguların yanında milli duygular da veriliyordu.  Böylece Osmanlıda iki başlı eğitim uzun süre medrese ve mektep zaman zaman birbirlerin fikir ve düşüncelerine karşı kör ve sağır bir tutum ve davranış içerisine girerek varlıklarını sürdürdüler.  
Medresenin önerdiği dünya,  okutulan kitaplara dayalı bir dünyaydı. Enderun’un önerdiği dünya ise, bu metinleri de göz ardı etmeden daha çok yaşanan gerçek hayatın pratiğiydi. Mimarlar eşsiz eserlerini, kaptanıderyalar askeri başarılarını medrese eğitimi ile değil, Enderun mektebi sayesinde yaptılar. Emir Timur Tüzükatı’nı, Fatih Sultan Mehmet  “Fatih Kanunnamesi’ni ve Kanuni Sultan Süleyman  “Kanuni Kanunnamesi”ni hayatın gerçeklerini yaşayarak ve görerek yayınladılar. Devlet başkanları devlet yönetiminde töreyi/yasayı önemsemiş ve örfe ağırlık vermişlerdi.  
Avrupa’da bilimsel gelişmeler, reform hareketleri ve sanayileşmeyi gerçekleştirince, Osmanlı harp meydanlarında yenilgi üstüne yenilgi alınca her iki eğitim kurumunun verdiği eğitimin yetersizliğini anladı. Bunun üzerine mühendishane, tıbbiye, mülkiye ve harbiye gibi mektepleri açtı. Bu arada Osmanlı vatandaşı Gayri Müslimlerin kilise destekli mektepleri de hızlıca azınlık okulları olarak ülkede yaygınlaştı. Son dönemde birbirini yeterince anlamayan dört başlı bir eğitim anlayışıyla karşı karşıya kalındı. Bunların amaç ve gayeleri farklı farklı olduğu için duygu eğitimleri de aynı değildi. 
Avrupa’da baş gösteren felsefi, siyasi, hukuki, sosyal, ekonomik ve bilimsel gelişmelere karşı bu kurumların çabaları yeterli değildi. Çünkü felsefe bu dört kurumun kapısından içeri sokulmamıştı. Bu kurumların düşünce damarları kuruydu. Akıl yeterince iş başında değildi. Milli ve dini duyguları besleyen bu dört eğitim kurumu birbirine karşı kulaklarını ve gözlerini kapamıştı. Hiç birinde felsefe tarihi, dünya siyasi tarih, iktisat tarihi, arkeoloji tarihi, sanat tarihi, edebiyat tarihi, astronomi tarihi,  ahlak tarihi, dinler tarih,  bilim tarihi, harp tarihi, hukuk tarihi gibi reel ve ideal bilimler diye adlandıracağımız bilimlerin tarihleri okutulmuyordu. Ülkedeki cami, kilise, havra, tekke, mektep, kışla ve medresenin var oluş gayeleri ve hedefleri bir olmalıydı.  Böyle olunmadığı için dünyayı bir bütün algılamaktan uzaktılar. Doğu ve Batı’daki her türden gelişmelere karşı çözüm üretemediler.  
Batı’da bilimsel gelişmelerde olduğu gibi sosyal inkılâpların temelini oluşturan fikir ve hareketlerinin yayılıp imparatorlukların dağılması ve milli devletlerin kurulması aşamasında da bu eğitim kurumları hazırlıksız yakalandı. Osmanlının son döneminde ortaya çıkan fikir hareketleri; Batıcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık milli duygunun, İslamcılık ise dini duygunun eseri olarak ortaya çıktı. Modern Batı tarzı açılan mekteplerde eğitim gören edip ve şairlerin yazı ve şiirlerine bakınca milli duygu ağırlıklıdır. 
Ben Osmanlı devletinin ve ülkesinin onurlu bir yurttaşıyım, bu ülke benim, her aşamasında alın terim ve emeğim var, bu koca ülkeyi yıkamam, yıkmak istediğim ülkem değil kendi geleceğim olacaktır. Ülkeme karşı duyduğum bu aymazlık cehaletimin ve dış ülkelerin kışkırtmasının ürünüdür. Eşikte pusuda yatmış emperyalistlerin lokması olmak için bize kin ve düşmanlık aşılıyorlar. Ülkemin her türden meselesinin bir parçası da benim. Ülkemin sorunu olduğum kadar ülkemin meselelerinin hallinde de katkım olmalıdır düşünce ve duygusuna sahip olunmadı. Yunan, Arnavut, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap gibi adlarla kendini tanımlayan Osmanlı yurttaşları ağırlıklı olarak Osmanlı devletine karşı duyması gereken milli duygusunu kine dönüştürerek yeni oluşturulacak devlete karşı milli, biraz da dini duyguları işe katarak birlikteliği yıktılar. Çünkü Osmanlı ülkesinde açılan yüzlerce kilise ve kilise okulları birlikteliği ifade eden düşünceleri değil, düşmanlığı ve ayrılıkçı fikirleri aşılıyordu. Şam gibi kentlerde açılan mekteplerde de aynı tutum ve düşünce içerisinde eğitim veriyordu. 
Bugün Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da oluşturulan yapay ülkeciklerin hali ortadadır. Osmanlının varlığını sürdürmesi devamı herkes için barış gölü olacaktı ancak yıkılmasıyla bölge yaklaşık yüz yıldır gözyaşı, kan, savaş ve ölüm denizi oldu. 
Nihayetinde Osmanlı devleti yıkılınca imparatorluğun yerine, milli ve dini duyguların egemen olduğu ancak milli hüviyette Türkiye Cumhuriyeti devleti kuruldu. Türkiye Cumhuriyetinin milliliği diğer ülkelerin millilik anlayışından farklıdır. Lozan Antlaşması gereği yapılan mübadele bunun önemli bir kanıtıdır. Kafkaslardan, Orta Doğu’dan ve Kuzey Afrika’dan, Akdeniz ve Ege Adalarından ve Balkanlardan çeşitli adlarla ülkemize göç ederek gelenler ya da getirilenler ırklarından dolayı değil, dinlerinden dolayı gelmişlerdir, getirilmişlerdir. Müslüman oldukları için Girit’ten gelen Giritlilerin çoğu bir tek Türkçe kelime, Yunanistan’a gönderilen sayıları yaklaşık dört yüz bini bulan ana dilleri Türkçe olan Türk Ortodoksları da bir tek Yunanca kelime bilmiyordu. Ancak dinen Ortodoks Hıristiyan oldukları için ağlaya-sızlaya gözü yaşlı olarak Yunanistan’a gönderildiler. Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’nun % 99 Müslüman olmasını Türkiye Cumhuriyeti sağlamıştır. Şartlar bunu doğurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin milliliği ırka dayalı fanatizm üzere değil, kültür, inanç ve mazi birlikteliği üzerinedir. 
Enderun mektebi Birinci Cihan Harbinden önce kapatıldı. Gayri Müslim mekteplerin sayısı çok aza indirildi. Medreseler, tekke ve zaviyeler de lağvedilince dini duyguların verilmesi camilerle az da olsa havra ve kiliselerle sınırlı kaldı. Ağırlıklı olarak milli duygular tüm mekteplerde verilmeye başlandı. Milli sözcüğü Eğitim ve Savunma bakanlıklarının başına eklendi. Her şeye millileşme gözüyle bakıldı. 
Çok partili hayata geçilmeden önce Cumhuriyet Halk Fırkası kendini ne sağ ne de sol düşünceye sahip diye tanımlıyordu. Zaten tavrını sosyalizmden, faşizmden yana değil, hür dünyadan yana koymuştu.  Elden geldiğince modern ve milli hüviyette bir millet ve devletin inşası için her alanda çalışılıyordu. Milli hüviyete sahip bir fırkaydı.  Çok partili hayata geçildikten sonra Cumhuriyet Halk Fırkasından ayrılan Demokrat Parti kurucuları milli duygulardan daha çok dini duyguların ağırlığını seçim beyannamelerinde ve seçim meydanlarında dillendirmeye başladılar.
Açılan İmam Hatipler okulları, Yüksek İslam Enstitüleri, İlahiyat fakülteleri yoluyla yeniden milli duygudan daha çok dini duyguya dayalı eğitim verilmeye başlandı.
Kendini sol düşünce diye ifade eden partiler “milli” ve “dini” duyguları ifade eden sözcükleri kullanmadılar.  Ancak kendini sağ düşünce sahibi diye ifade eden partiler seçim beyannamelerinde ve seçim meydanlarındaki söylevlerde  “dini”  ve “milli” duyguları ifade eden sözcükleri sıkça kullanmaya başladılar. 
1970’lerden itibaren kurulan partilerin adlarında da “milli” sözü öne çıktı. Ancak “milli” sözü kendi içinde “milli duygudan” daha çok “dini duyguyu” barındırıyordu. Hatta 12 Eylül Askeri Hareketinin paşaları, 1983 Anayasası’nda ilk, orta ve liselerde zorunlu okutulmak üzere Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’nin yer almasını sağladılar. Ben de bu dersleri liselerde okuttum, uzun yıllardır da üniversite de okutmaktayım.  Ülkede yoğunluklu olarak dini duyguların verildiği ve yaşatıldığının en bariz göstergesi, dini yayınlar, televizyon programları, genç kuşakların tasavvufa meyletmeleri yanın da mahalle, camii, okul, sokak ve caddelere verilen isimlere bakınca bu daha iyi anlaşılır.
Dini duyguları öne çıkaran kesimin yani kendini sağ diye tanımlayanların “milli” sözünden anladığı şey; milli ve dini duyguların en ağır tonu altında İstiklal Marşı’nda da belirtildiği üzere milli hüviyette kurulan Türkiye Cumhuriyet’inin milliliğini öteleyen ve yok sayan bir milliliktir. Tabi bu anlayışa millilik denirse!  Hatta İslam öncesi Türk tarihini öteleyen İslam sonrası dönemi özellikle de Osmanlıya çokça vurgu yapan bir millilik.  Bu anlayışın karşısında olduğunu iddia eden solun “milli” sözcüğünden anladığı şey ise ne cumhuriyetten öteye ne de bu tarafa sahiplenmeden daha çok, ideolojik anlamda sosyalizme değil, kapitalizme ve faşizme karşı olma haliydi. 
Bu anlayışların sonucunda milletleşme ve millileşme yerini etnik ayrımcılığa, ülke bütünlüğü yerini bölgeciliğe, yurttaşlık ve kardeşliğin yerini mezhep, grup, parti, taraf ve kulüp yandaşlığına bıraktı. Milli olan ne varsa karşı çıkılarak milli duygular tahrip edildi. İnsanımız kozmopolitleştirilerek ve savunmasız bırakılarak küreselleşme adı altında emperyalizme kolay lokma olmaya hazır hale getirildi.  Birliğe değil, hızlıca parçalanmaya doğru yol alınmaktadır. Seçim meydanları, futbol sahaları, üniversiteler, işçi sendikaları, medyanın durumu bu parçalanmışlığın en bariz örneğidir.  
Dini ve etnik duyguyu ideolojileştirerek her türlü milli hassasiyetlerin ve milli duyguların ayaklar altına alınması bizi felaketlere sürükler.  Mehmet Akif’in Safahatı ve özellikle de Şark şiiri bunu bize yeniden hatırlatmaktadır. Bugün İslam dünyasında yaşanan ve dünyanın gözü önünde yapılan katliamlar, milli duyguların değil, ideolojileştirilmiş dini ve etnik duyguların eseri olarak ortaya çıkan etnik, ideolojik ve mezhep katliamlarıdır. Son elli yılda ülkemizde yapılmak istenen ideolojik, etnik ve mezhep çatışmaları bunun göstergesidir. 
Milli duyguların içerisinde ötekileştirme yoktur.  Ancak ideolojileştirilmiş dini, etnik ve ideolojik duyguların içerisinde ötekileştirme vardır. Milli duygularla ve milli devlet hüviyetiyle kurulan Türkiye cumhuriyeti ötekileştirme üzerine değil, aynileştirme, bütünleştirme, benzeştirme ve eşitleştirme üzerine kurulmuştur. Bugün Türkiye cumhuriyetinin çabalarını eleştirenler, kendilerini ötekileştirerek suçu devlete yüklemektedirler. Bu devlet bizi niye öteki saymadı, niye bizi etnik, dini, siyasi ve sosyal sınıflara ayırmadı diye eleştirmektedirler. Bu fark edilmesi gereken önemli bir çelişkidir.  Bunu da kültürel çoğulculuk adı altında yapmaktadırlar.  
Ben ötekiyim diyenler, ülkede her türden ayrımcılık yapanlar, öteki değilim diyenlere karşı bazen maddi ikballe, bazen de tehditle, baskıyla, sindirmeyle ve silahla karşı çıkarak ve hain damgasını vurarak öteki olmayı kabul ettirmeye zorlamaktadırlar. Bu anlayışta olanlar, köşe bucak insan avına çıkarak, milletim, devletim,  ülkem diyenleri suçlamaktadırlar. Dahası üst değerlerin altı oyularak düşmanlık aşılanmaktadır. Bunu da demokrasi ve insan hakları adına yapmaktadırlar.   Çelişkiler yumağı içerisinde toplumu felakete sürüklemektedirler.
Bugün, yüz yıl önce ülkemizin ve medeniyetimizin karşılaştığı felaketlerle karşı karşıyayız. Duyguları parçalı, birbirini anlamayan, anlamadığı için de sevmeyen, birbirine karşı kuşkulu, birbirini aşağılayan durumuna getirildik, getirdik.  Bu bizim ne kadrimiz ne de alın yazımızdır.
Temelinde sevgi, saygı ve duygudaşlık olmayan, dünya görüşleri kin, nefret ve aşağılamayla beslenen insan topluluklarının medeniyetine gıpta ile bakılabilir mi? Elbette bakılamaz.
1920’lerde dünya nüfusu bir buçuk milyardı. Müslüman nüfus üç yüz milyondu dolayısıyla her beş kişiden bir İslam’dı. Ancak bu kadar nüfusa sahip hemen hiçbir Müslüman topluma ait yurt bağımsız değildi. Çünkü yurtları Avrupalı emperyalistlerce işgal edildiği için bağımsızlıklarını yitirmişlerdi.  
İslam dünyasının bu duruma gelmesinin temelini fark eden Mustafa Kemal Atatürk şöyle diyordu: “ Efendiler; yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz (aşan) İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat-ı hadise şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi vermemiştir, vermiyor. Çünkü hedef-i terbiyeleri milli değildir” -Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler. İstanbul–1986. s.81. 
Milli ve dini duygularımızı çıkmaz sokak ideolojilerin tutuculuğundan, etnik çıkmazdan, mezhebi taassubun etkisinden kurtararak dengeli bir biçimde ahlaki değerlerle eğitebilirsek bireysel ya da toplumsal endişe ve kaygılarımızın üstesinden gelebiliriz. Onurlu,  bağımsız ve erdemlere sahip sürdürülebilir bir hayat sahibi olabilmemiz için de kendimizi yeniden keşfetmemiz, kişisel zenginliğimizi ve eşsizliğimizi fark etmemiz ve kucaklamamız, sevgi kapasitemizi geliştirmemiz ve yetkinleştirmemiz gerekir diye düşünüyorum. 
Hepinizin Ramazan Bayramını kutlar, esenlik ve mutluluklar dilerim. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.