Üsküdar’da 29 Mayıs Üniversitesi’nin ilme ve iyiliğe açılan bir odası vardı. İki güzel insanın misafirlerini samimiyet ve Türk kahvesiyle karşıladıkları, muhabbetin bin yıllık kadim geleneklerle sarılıp sarmalanarak tadından doyulmaz bir hale geldiği o odanın kapısı artık kapalı. Odanın ev sahipleri kimler miydi? Prof. Orhan Okay ve Nurettin Albayrak Hoca. Bu iki güzel insanın Türk Dili sevdalarının yanı sıra ortak bir özellikleri daha vardı Erzurum’a olan büyük sevgileri. Ben o odaya birkaç kez gittim. Nurettin Hoca’nın tebessümlü çehresi ve Orhan Okay Hoca’nın samimi gülümsemeleri arasında her seferinde gönülden ikram edilen kahvelerini içtim. Nurettin Hoca’nın ne zaman gitsem masasından eksik olmayan lokumlarından Orhan Hoca’yla birlikte yedim. Şimdi o oda, muhabbetin gönül teline vurduğu tatlı sözler, acı Türk kahvesi ve damakta tat bırakan lokum hep birlikte hayatımızdan çıkıp gittiler. 
Nurettin Albayrak Hoca’yı 2016 yılı sonunda ebediyete uğurladık lakin zamanında haberdar olamadığım için gecikmiş bir veda niyetiyle iki oda arkadaşının ardından bu satırları yazmayı bir vefa gereği saydım. Orhan Okay Hoca’yı ise geçen hafta Rahmet-i Rahman’a uğurladık. O odanın kapısı artık hiç açılmamak üzere kapandı. Bu güler yüzlü, dost canlısı ve yardımsever bilim insanlarının mekanları Cennet olur inşallah.
Nurettin Albayrak Hoca’yı hep Yunus Emre ile ilgili bir kitap yazacağımı söylediğimde kitaplığından çıkarıp “bu son kitabı da sana saklamışım demek ki” diyerek imzaladığı, Gönül Çalab’ın Tahtı -Açıklamalı Yunus Emre sözlüğü- isimli eseriyle hatırlayacağım. Elbette beni kırmayıp o dönem Yayın Yönetmenliğini yaptığım dergi için yazdığı yazılarla da hepimizin kalbinde müstesna bir yeri olacak.
Orhan Okay Hoca’yı muhakkak benden daha iyi tanıyanlar ve anlatabilecek olanlar vardır. Ancak sanıyorum ki, Erzurum yıllarını kendisinden daha iyi anlatabilecek kime yoktur. Bu sebeple sözü Hoca’ya bırakmak ve Beyaz Şehir Palandöken Dergisi için kendisinden rica ettiğim yazısını burada dikkatlerinize sunmak istiyorum.


Erzurum’da Türk Dili ve Edebiyatı Eğitiminin İlk Yılları ve İlk Hocaları
M. Orhan OKAY
Erzurum’da Üniversite resmen 1957’de açılmışsa da öğrenci alarak öğretime 1958 yılında başlamıştır. Bu ilk yıl Ziraat Fakültesi’nin bazı bölümleriyle Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Fransız, İngiliz ve Almanca dil ve edebiyatları bölümlerinde öğretime geçilmişti. Ertesi yıl, 1959 sonbaharında da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ilk öğrencilerini alarak derslere başladı. Fakülteden mezun olduğum 1955’ten beri dört yıldır liselerde edebiyat öğretmeni olarak çalışan ben de o yıl Yeni Türk Edebiyatı asistanı olarak meslek hayatımın yeni bir safhasına Erzurum’da adım atmış oluyordum. Böylece Erzurum’da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün tarihi ile benim akademik hayatımın tarihi beraber başlamış ve tam otuz altı yıl devam etmişti. Orada en uzun süre de galiba ben hocalık yapmış oluyordum.
1958 yılı Ağustosunda Atatürk Üniversitesi’nin Fen Edebiyat Fakültesi’nin kurucu dekanı olarak kendi isteğiyle görev alan Mehmet Kaplan aynı zamanda Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün   başkanı sıfatıyla da bölümün kadrosunu kurma faaliyetlerine girdi. 1959 yılı Şubatında açılacak olan asistanlık imtihanı için beni, Mehmet Akalın’ı ve Haluk İpekten’i çağırdı. Bizlerin imtihana girip sonuçlarını beklediğimiz sırada Almanya’da Türkoloji doktorası yapmış olarak Türkiye’ye dönen ve o aylarda İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde çalışmakta olan Şinasi Tekin’i de beraberinde Erzurum’a getirdi. Böylece Şinasi bölümün ilk doktor asistanı olmuştu. Daha sonra 1959 Nisanında Haluk İpekten, Ağustos başlarında Mehmet Akalın, Ağustos’un son gününde de ben bölümdeki görevlerimize başlamış oluyorduk. Öğretimin ilk iki yılı boyunca Mehmet Kaplan’la beraber kadromuz bir profesör ve bu dört asistandan ibaret kaldı.  
Üniversite’nin lojman olarak tuttuğu Kâzım Karabekir caddesinde yeni yapılmış, o yıllara göre oldukça gösterişli ve kullanışlı bir bina olan Örnek Otel’de bizlere birer oda verdiler. Mehmet Kaplan’ın odasının yanındaki odada biz, bizim yanımızda Haluk İpekten, koridordaki bir odada da Mehmet Akalın kalıyordu. İçimizde yalnız Mehmet bekârdı. Şinasi ailesiyle beraber daha önce kiralanmış Mumcu caddesindeki Muradoğlu otelindeydi. Böylece asıl üniversite binalarıyla lojmanlar yapılıncaya kadar iki üç yıl bu geçici evlerimizde meslek arkadaşlarımızla beraber bir aile yakınlığı içinde yaşadık.
Üniversite binamız ise Cumhuriyet Caddesi’ne paralel arka sokakta, bugünkü Şair Nefi Ortaokulu’ydu. O sırada sol tarafındaki ek bina da yoktu. Yani hepsi iki katlı, bilmem kaç sınıflı ve odalı küçük bir binadan ibaret. Rektörlük ve dekanlıklar, bunlara bağlı bürolar, dershaneler, kütüphane vs hepsi bu binanın içinde. Bütün öğretim üyeleri için büyükçe bir oda ayırmışlar. Bir lisenin öğretmenler odası gibi. İçinde belki on kadar masa, bunun iki, üç katı da sandalye. Dersten çıkıp odaya giren hoca, eğer yer varsa bir masanın kenarına ilişiyor.         
Öğretime başlayacağımız o ilk yıl öğrenci seçmek için bir imtihan yapıldı. Kaç kişi girdi, hatırlamıyorum. Ama dört öğrenci aldığımızı iyi biliyorum. İleride bunlardan bazıları meslektaşımız olacaktı. Bu arada şunu belirtmek isterim. Üniversitenin ilk yıllarında gerek Ziraat, gerekse Edebiyat fakültelerine alınan öğrenciler arasında liseyi birkaç yıl önce bitiren, hatta memuriyet hayatına başlamış olanlar da vardı. Bunlar çok defa Erzurumlu veya Erzurum’a yerleşmiş, üniversite öğrenimi görmek için büyük şehirlere gidebilmek imkânını bulamamışlardı, yaşları da tabii olarak lise mezunlarının üzerindeydi. Üniversite açılınca eski hevesleri uyanmış, bazıları memuriyetlerini bırakarak, bazıları devam ettirerek öğrenci olmuşlardı. Bizim o yıl aldığımız o ilk dört öğrenci arasında da Hüseyin Ayan benden dört, beş yaş büyüktü. Doğduğu Şumnu’da (Bulgaristan) nüvvab okulunu bitirmiş olduğundan Osmanlıca’yı iyi biliyordu, güzel de bir kaligrafisi vardı. Başarılı bir öğrencilik hayatının sonunda Eski Türk Edebiyatı alanında ilk asistanımız olarak görev aldı. İkinci öğrencimiz Efrasiyap Gemalmaz Erzurumlu bir öğretmen çocuğuydu. Üç yıl Ankara Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Türkoloji Bölümü’nde okuduktan sonra ailesinin isteği üzerine Erzurum’a dönmüş, ancak derslere birinci sınıftan yeniden başlamak zorunda kalmıştı. O da önceki birikimi ve dil meselelerine kabiliyetiyle başarılı bir öğrencimiz olmuş ve mezuniyetinde dil alanında asistan olarak göreve başlamıştı. Üçüncü öğrenci olarak kabul edilen Banıçiçek Kırzıoğlu, daha önceki yıllardan adını bildiğim tarih öğretmeni Fahrettin Kırzıoğlu’nun yeğeniydi. Mezun olup bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Erzurum Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olmuş, daha sonraki yıllarda okulun fakülteye dönüşüyle Yeni Türk Edebiyatı alanında doktorasını ve doçentliğini vermişti. Böylece ilk öğrencilerimizden üçü öğretim üyesi olarak yine üniversitemize intisap etmiş oluyorlardı. Dördüncü öğrencimiz İkram Kayaer mezun olduktan sonra öğretmen olarak mesleğini sürdürdü. Sonraki yıllarda öğrenci sayısı gittikçe artarak uzun zaman 30 kişilik sınıflarda ders yaptık. 1970’lerden sonra ise 150 öğrenciyle hocalığımı hâlâ bir kâbus gibi hatırlıyorum.
Bu yazımda Erzurum’da ilk yıllarımızdaki hoca kadromuzdan yani meslektaşlarımdan kısa notlarla bahsedeceğim.

Zaten dört kişilik tek sınıfımızda Yeni Edebiyat derslerini Kaplan, Osmanlıca’yı Haluk, Türkçe gramer derslerini Şinasi verdiğinden bana da kompozisyon dersleri düşmüştü. O yıl Mehmed’in dersi galiba yoktu. Türkoloji ile beraber Fransız, İngiliz ve Alman filolojilerinin de ilk sınıflarına ortak ders veriyorum. Zaten bütün bu sınıflardaki öğrenci sayısı da 18’den ibaretti. Buradaki öğrencilerim arasında, geçen yıl vefat ettiğini öğrendiğim İngiliz filolojisinden Yıldız Güllülü (Aksoy) bölümde profesörlüğe kadar yükseldi, aynı bölümden Ayten Karazlı ve Olcay Muradoğlu da mezun olduktan sonra okutman olarak görev aldılar. Ertesi yıl Ziraat Fakültesi’nin ilk sınıfına yine kompozisyon derslerine girdim. Üçüncü yıldan itibaren kendi bölümümüzde önce Osmanlıca daha sonra Yeni Türk Edebiyatı dersleri vermeye başladım.       Hocam Mehmet Kaplan’la beraberliğimiz maalesef uzun sürmedi. Halkla üniversiteyi birbirine yaklaştırmaya gayret eden, verdiği ve verdirdiği ilmî-popüler konferanslara yerli halkı ve aydınları toplayarak bunda başarılı da olabilen Kaplan için bir süre sonra kendilerini ilerici diye tanıtan bir kısım İstanbul basını bir irtica kampanyası açtı. Giydiği berenin, görüştüğü halktan insanların dedikodusunu yaptılar. Bu yüzden bir süre sonra ayrılmak ve İstanbul’daki kadrosuna dönmek zorunda kaldı. Böylece hocanın bizimle beraberliği kadar bölümdeki hocalığı da bir yarıyıldan ibaret oldu.
Erzurum’daki ilk kadromuzda fakültedeki yıllarımdan tanıdığım en eski arkadaşım Şinasi Tekin’di. Yeni evli olarak geldiği ilk eşi Emel (Kurter) de sınıf arkadaşımdı. O yılın Aralık sonuna doğru da ilk kızları Sumru doğdu. Böylece bölümün ilk bebeğini, Kaplan da dahil, bir araya gelerek kutlamıştık.

Şinasi, fakültenin ilk günlerinden beri, yani ben henüz felsefe, o Türkoloji bölümü öğrencisiyken tanıştığım ve hayat boyunca dostluklarımızı devam ettirdiğimiz birkaç arkadaşımdan biriydi. Lisedeyken Osmanlıca öğrenmişti, yazısı da güzeldi. Kısa bir süre benimle beraber Halim Hoca’nın hat derslerine de devam etti. Üçüncü sınıfa geçtiğimizde babasından cüz’i bir mikdar aylık alarak Almanya’ya gitti. Mezuniyetini orada tamamladı ve yine orada ünlü Alman Türkolog Annemarie von Gabain’in yanında doktora yaparak Türkiye’ye döndü (Erzurum’da doğan ikinci kızına da Annemarie’nin Türkçesi olan Meryem adını vermişti) ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde çalışmaya başladı. Kaplan Erzurum’a geldikten bir süre sonra, yukarıda belirttiğim gibi onu da yanına almıştı. İlk beş yıl Erzurum’da ders verdi. Atatürk Üniversitesi’nin özel kanununa göre akademik kısaltmalardan faydalanarak bu süre içinde doçent ve profesör oldu. Benim Fransa’da olduğum yıllar bir ara onlar da bizim gibi Atatürk Üniversitesi’nin özel kontenjanından faydalanarak ailece Paris’e geldiler. Bir süre orada da beraber olduk. Şinasi Erzurum’a dönünce galiba önce Hacettepe Üniversitesi’ne, kısa bir süre sonra da aldığı teklifi değerlendirerek Amerika’ya, Harvard Üniversitesi’ne geçti. O zaman ben Paris’te bulunduğumdan bu sırada Erzurum’da olanları pek iyi bilmiyorum. Şinasi’nin bu davranışı, Atatürk Üniversitesi’nin verdiği imkânlardan faydalanarak profesör olur olmaz bir süre olsun hizmet etmeden Erzurum’dan ayrılması, başta Erzurum’a onca emek veren, onu Erzurum’a getiren Mehmet Kaplan olmak üzere yakın çevresindeki insanları üzmüş ve kırmıştı. Bu bir tarafa bırakılırsa, Harvard’da Şinasi’nin akademik hayatının en verimli yıllarını yaşadığını belirtmeliyim. Türkoloji alanında önemli eserler verdi, yayınlar yaptı, bulunduğu üniversitenin yayını olarak akademik bir derginin editörü ve yazarı oldu. Son yıllarını Ayvalık Cunda Adası’nda açtığı Osmanlıca Yaz Okulu’nda geçirdi. 2004’te ani olarak vefat etti.

Bölümün ilk asistanlarından Mehmet Akalın da benim gibi aynı zamanda Çapa’da Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olmuştu. Ben fakültenin üçüncü sınıfındayken o da birinci sınıfa geldi. Böylece son iki yıl Çapa’da ve Fakülte’de beraber olduk. Mehmet, Yalvaç’ın (Isparta) Sücüllü köyündendi ve bütün hayatı boyunca büyük şehirlerin dağdağası içinde Sücüllüğünü kaybetmedi. Ben Diyarbakır’da öğretmenlik yaparken o da mezun olmuş, Mardin’de öğretmenliğe başlamıştı. Kaplan’ın asistanlık için Erzurum’a çağırdıkları arasında o da vardı. 1959 Şubatında imtihana girmek için onunla Diyarbakır’da birleşmiş, beraber iki günlük bir posta treni yolculuğuyla Erzurum’a gelmiş, sonra yine beraberce dönmüştük. Mehmet Kaplan’ın isteği üzerine Mehmet Akalın Halk Edebiyatı dalında asistan olmuştu. Aslında hevesi dil alanındaydı. Hatırladığım kadarıyla fakülte mezuniyet tezini de dilden yapmıştı. Erzurum’da mahallî halk edebiyatı ürünleri üzerinde çalışmaya başladı. Kaplan’ın keşfettiği ve daha sonra meşhur ettiği ünlü halk hikâyecisi Behçet Efendi’den bir takım hikâyeleri ve bu arada Köroğlu Destanı’nı yalnız başına önce banda, sonra yazıya almaya başladı. Daha sonra Muhan Bali’nin de asistan olarak kadroya gelmesiyle, beraber devam ettiler. Mehmet’in yeniden ne zaman dil alanına döndüğünü hatırlamıyorum. Her halde Kaplan’ın ayrılmasından epey sonra, muhtemelen 1962’de, Von Gabain’in yanında çalışmayı düşünerek Almanya’ya giderken artık dil alanına dönmeye kararlı olmalıdır. Mehmet Erzurum’da doktorasını ve doçentliğini aldı. Erzurum’da evlendi, ilk oğlu, sonra ikizleri orada oldu. Uzun süre meslek arkadaşlığımızı ve ailece komşuluğumuzu devam ettirdik. 1979’da önce İzmir Ege Üniversitesi’ne, 1982’de İstanbul Marmara Üniversitesi’ne geçti. Burada çalışmalarına devam ederken yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak 1991’de vefat etti.              
Atatürk Üniversitesi’ndeki ilk dört asistandan sonuncusu olarak Haluk İpekten’i anlatacağım. Yaşça en büyüğümüz olmakla beraber en geç onu tanıdığım için. Benden üst sınıflarda olarak fakülte öğrenciliğim sırasında onu hatırlamıyorum. Mezun olup ikimizin de öğretmenlik yaptığımız yıllarda, tatil aylarında rahmetli arkadaşım Ali Karamanlıoğlu’nun fakültedeki odasında karşılaşmış, arkadaşlığımızı da onun aracılığı ile devam ettirmiştik. Haluk bir süre sonra Türkiyat Enstitüsü’nde kütüphane memuru olarak görev aldı. Galiba o sıralarda Ali Nihad Tarlan’ın yanında doktora çalışmalarına başlamıştı. Onunla asıl uzun arkadaşlığımız, kapı komşuluğumuz, ailece yakınlığımız, meslektaşlığımız ve vefatına kadar 33 yıl süren dostluğumuz hep Erzurum’da geçti. Altı ay kadar Paris’teki beraberliğimiz de bu aradadır. Yukarıda da bahsettiğim gibi Erzurum’da lojman olarak kullandığımız Örnek Otel’in bir katındaki odalarımız yan yanaydı. İkimiz de kısa bir süre önce evlenmiş olarak gelmiştik. Haluk, benim sınıf arkadaşım Şükran’la evlendiği için ailece komşuluk ilişkilerimiz daha da çabuk gelişti. Lojmandaki çalışmalarımız sırasında sık sık birbirimizin odasına girip çıktığımız olurdu. Fakülte yeni binasına taşındığında da yıllarca aynı odayı işgal etmiştik. Doktoralarımızı aynı yıl verdik. O, benden birkaç yıl evvel doçent oldu, ama profesörlüğümüz yine aynı yıl gerçekleşti. 1962’de, benden önce Paris’e gitti. 1963 sonbaharında biz de gittiğimiz zaman bizi garda o karşıladı, ilk gün evinde misafir etti. Otel bulmada yardımcı oldu. Yabancı bir memlekette yalnızlık ve ilk acemilik sıkıntılarını atlatmamızdaki ailece iyiliklerini unutamam.
Disiplinli ve titiz bir divan edebiyatı araştırıcısı olan Haluk’un oldukça verimli bir yayın hayatı oldu. Divan şiirinin yorumunda hocası Ali Nihad Tarlan’ın yolunu yani klasik şerh-i mütun (metin tahlili) usulünü benimsedi. Serbest yoruma şüphe ile bakar, bunları spekülatif bulurdu. Sağlam bilgilere dayanan fişleriyle, değişmez bir matematik formülü gibi metni çözerdi. Bu açıdan onun kendi nesli içinde bir otorite olduğunu söyleyebilirim. Doçentlik tezi olan Eski Türk Edebiyatında Edebî Muhitler divan araştırmalarında orijinal bir konudur. Aruz Ölçüsü çalışması, benzerlerinden farklı, Sultan Veled’den Osman Nevres’e kadar 32 şairin divanlarındaki bütün şiirleri tarayıp aruz vezninin şairlere ve yüzyıllara göre tercih edilen kalıplarının istatistik bir değerlendirmesidir. Üniversitelerimizde şuara tezkireleri üzerinde ilk ciddi araştırmaları yapan ve bu konuda öğrencilerini doktora çalışmalarına başlatan da odur.
Bu meziyetlerine aykırı bir tarafını da belirtmek isterim. Haluk’un bu kadar ve şüphesiz istekle emek verdiği divan şiirini sevdiğine kani olmadım. Kendisiyle bu bahsi konuşmamıştık ama sohbetleri sırasında, başka dostlarına da divan şiirinden bahis açtığına, eski şiirimizi sevenlerin pek çoğunda olduğu gibi söz arasında sevdiği bazı beyitleri okuduğuna da şahit olmadım. Hatta dersleri dışında edebiyat üzerine konuştuğuna da. 
Onunla olan yakınlığımız, hocalığı dışında günlük hayatında bazı meraklarını, amatör çalışmalarını görmeme vesile oldu. Bunların bazılarında ortak taraflarımız da vardı. Pul koleksiyonu yapıyordu. Fotoğraf merakını benim gibi Paris’te arttırdı. Buna tab’ etmek ve agrandisman yapmak da eklendi. Kendi kitaplarını ciltleyecek kadar ciltçiliği vardı. Gastronom denebilecek kadar yemek yapma ve yemekten anlama zevkine sahipti. Dudak tiryakisi bir tütün alışkanlığını da bunlara ilave edeyim. Hatta bir ara pipoya da dadanmıştı.

Haluk da benim gibi bir İstanbul çocuğu olarak hiç ayrılma arzusu göstermeden yıllarca Erzurum’da çalıştı. Belki emekliliğine kadar da kalacaktı. Geçirdiği uzunca bir hastalığın sonunda 29 Eylül 1992’de vefat ettiği zaman ben yine başucundaydım.
Erzurum’da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün ilk beş hocasının uzun maceralarının kısa hikâyeleri böyle. İlk kuruluş tarihinden iki yıl sonrasına kadar kadro bu çerçevede kaldı. Daha sonra  yeni hocalar gelmeye, yeni asistanlar alınmaya başladı. İlk on yıl içinde Niyazi Akı, Kaya Bilgegil, Muhan Bali, Güler Güven, Selahattin Olcay, Bilge Seyidoğlu, Saim Sakaoğlu, Harun Tolasa, Gönül Alpay, Nuri Yüce, Ahmet Bican Ercilasun, Turgut Günay, Umay Günay, Fikret Türkmen, Efrasiyap Gemalmaz, Hüseyin Ayan; geçici olarak da Gündüz Akıncı, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Şükrü Kurgan görev yaptılar. Bunların hikâyeleri de başka yazılara.             



Hocamla hatıralarımı ve mektuplaşmalarımı yazdığım bir kitabımda bu olayları biraz daha ayrıntılarıyla anlattım: Mehmet Kaplan’dan Hatıralar… Mektuplar… İst. 2003, Türk Edebiyatı Vakfı yay., s. 58-67. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.