Şehirler... Şehirler... şehirler... Geçmiş zamanın kırık dökük aynaları. Güzelliğiyle, çirkinliğiyle, yaşanmış zamanların izlerini taşıyan şehirler. Dün zamanıyla birlikte var olan, bugünse, sükûtun çın çın çınladığı zamansız mekânlarıyla zihnimizde hüzün imgeleri oluşturan şehirler... Bir camiinin ışık çavlanlı görkemi, bir minarenin kalem gibi zamana mesaj ileten inceliği, bir türbenin yaşamla öte dünya arasında kurulan dengeyi yansıtan derûnî hâli, bir çeşmenin ya da bir şadırvanın ezelle ebed arasındaki akışı nakışlayan şırıltılı ilâhisi, bir yaşlı çınarın destansı bilgelikler çağrıştıran tarihî kimliği, işte bir şehrin ruhumuza ışık huzmeleri salan şiirselliği.
            Yukarıdaki güzel cümlelerle bir şehrin estetiğine vurgu yapan ve dünle bugün arasındaki bağa işaret eden şair ve yazar Arif Ay, atalarımızın, dedelerimizin ve bizlerin mekân tuttuğu şehrin, ruhumuza hâlâ “ışık huzmeleri salıp salmadığı ya da hangi oranda saldığı konusunda tereddütler düşürüyor zihnimize… Onun için de; oldukça meşhur olan bir soruyu başlık yaptım yazıma: “Hangi Erzurum?”
            Tarihi ve kültürel anlamda geçmişle bağı koparılmaya çalışılan, günbegün üstüne binen yıkım dalgalarıyla, bin bir emek, bin bir çileyle inşa edilmiş olan ve bağrında nice savaşların, işgallerin; kuytularına, köşesine, bucağına sinmiş izlerini taşıyan eserlerin farkında olunmadığı ya da gerektiği gibi korunmadığı, her yerin betonun hâkimiyetine terk edildiği, yeşilin az, kirliliğin çok olduğu bir şehir mi? Yoksa; şehir dendiğinde akla gelen güzelliğin, atalarımızdan bizlere miras kalmış her değerin sıkıca, titizlikle, itinayla korunduğu ve gelecek kuşaklara bozulmadan aktarmak için gerekli çabanın gösterildiği, şenlikli, baktığında insanın ruhunu ferahlatan bir şehir mi? Birçoğunuzun “yoksa…” diye başlayan cümledeki şehri tercih edeceğinizden kuşkum yok, ancak bunun için ne yaptığımızı, hangi mücadeleyi verdiğimizi sormamız gerek kendimize… 
           Düşmanlarına hiç bir zaman kendiliğinden teslim olmayan, kahramanlığına boyun eğdiklerini de sırtından hançerlememiş, ihanet tuzakları kurarak adını haine çıkarmamış bu şehir; ne yazık ki özellikle seksenlerden sonra giderek bir kargaşa ortamına doğru sürüklenmiş, havası, suyu o eski güzelliğinden çok şey kaybetmiştir. Şehre hangi noktadan bakarsanız bakın; içinizi daraltan bir iç içe geçiş, modern şehir plancılığının ortaya koyduğu kurallara  hemen hemen hiç riayet edilmemiş kaba bir görüntü çıkacaktır karşınıza… Sadece herkesçe bilinen ve meşhur olmuş eserlerin sağını solunu açmakla, bu kötü görüntüyü ortadan kaldıramayız. Nefes alınabilecek ve bir ahenk, bir bütünlük, bir estetik içinde oluşturulmamış şehirlerde yaşamak, her anlamda zor ve sıkıntılı… Boş bulunan her yere bina kondurmanın (Dikkat ediniz; inşa etmek demiyorum.) şehirle ilgisi nasıl kurulabilir? Kendimizi kandırmayalım; geçmişin günümüze yansıyan yüzünün en belirgin örnekleri olan ve geçmişi bugüne bağlayan tarihî varlıklar açısından oldukça zengin olan bu şehir de, bunlara yakışan ve bunlarla uyum içerisinde bir mimari yapılaşma oluşturulmamıştır. Gelecekte, geçmişin kültürel birikimini barındıran bu bölümlerle; sadece barınmak için yaptığımız bölümler arasında bağ kurmak elbette ki zor olacaktır ve bu durumu sonraki nesillere anlatmakta oldukça zorlanılacağı bir gerçektir.            
            Bir de şu konu var ki; görkemli görünüşleri ve sahip oldukları estetik güzellikleriyle görenlerin gözünü kamaştırıp, ruhunu aydınlatan eserlerin bakımı ve onarımı konusunda her gelen gideni aratmıştır. Zamanın insafına terkedilen ve bir daha yapılamayacak olan bu “atalar mirası”nı restore ederken, daha ciddi, daha dikkatli ve daha titiz davranılmamış, tabiri caizse, gelen gideni aratır olmuştur.  
            Hep tarihimizin eskiliğinden, milletimizin yüceliğinden, zaferlerimizin büyüklüğünden sözedip dururuz. Peki, bu kadar eski bir tarihe sahip, bu kadar büyük zaferler kazanmış bir milletin evlatları, yerlerine yenileri konulamayacak olan (Yıllar önce  televizyonda, Kosova’daki soykırımdan sözeden birinin bu konudaki bir tesbitini, yeri gelmişken nakletmek istiyorum: Konuşan kişi, Kosova’da olup bitenden sözederken, bombalanan şehirlerdeki insan varlığının, belli bir dönem sonra tekrar oluşacağını, ama buradaki tarihi eserlerin bir daha eski haline getirilemeyeceğini ve yenilerinin yapılamayacağını üzüntülü bir yüz ifadesiyle vurguluyordu.) sanat değeri taşıyan evlerin, konakların, bir gecede yıkıma uğratıldığının ve ayakta kalma mücadelesi verenlerin de kendi başlarına yıkılmaya bırakıldığının hesabını nasıl verecek? Kültüre sahip çıkacak insanlara fırsat ve yetki verilinceye kadar da bu iş böyle kalacaktır. Onun için de, buraların bizim olduğunu söylerken, bizim kalması için neler yaptığımızı da gözden geçirmemiz ve bu iddianın içini adamakıllı doldurmamız gerekir.
            Yıkıldıklarında, bir daha ihya edilmeleri mümkün olmayan ( Çünkü; ne onları yapan ustaları bulabiliriz ve ne de onları yaptıracak fedakâr insanları... ), hatta bazıları tarafından görmezden gelinen bu mekânların oluşturduğu şehirler; “ ……ruhlarımızı yansıtırlar.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cümleleriyle; “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.
            Bu gidişle ise, “ …o iman ve o ruh öldürüldüğünden beri şehirler çirkinliğin, kimliksizliğin, kişiliksizliğin, estetiksizlik ve şiirsizliğin mezar taşları olarak dikilip durmaya” başlayacaklardır karşımızda...
            Şehirlerin, cedlerimizden devraldığımız o ruh yapısını gelecekte de yansıtmasını istiyorsak, tarihî mirasımıza sahip çıkmalı ve bu ruha uygun şehirler inşa etmeliyiz.
            Bu hafta, bunları yazmak geçti içimden... Artık kim okur, kim dinler; bilemem, dedikten sonra, sözümüzü değerli şair ve yazar Yaşar Bayar’ın, içimize çöreklenmiş bu acıyı özetleyen “Girdaptaki Erzurum” adlı şiiriyle bitirelim:
            Buzlu dudakların ağıtlar yakar
            Akşamın sabahın darmadağınık
            Zincirlemiş seni bir azgın zaman
            Bir ulu çınarsın, dalları kırık
 
            Sarmış toprağını ısırgan otu
            Karanlıklardasın, yorgun ve uzak
            Masalına dönmüş anka kuşların
            Saltuklu ruhuna kurmuşlar tuzak (Bir Ömrün Gizli tarihi, Güneş Vakfı Yayınları, Erzurum 2009)
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.