Pazar günü anneler günüydü. Kimi; zaten hiçbir zaman hatırından çıkarmadığı, her an sevgisini ve saygısını gösterdiği, her fırsatta ellerinden öptüğü, bir dediğini iki etmemeye çalıştığı, cennetin ayaklarının altına verildiği annesini daha kuvvetli bir hatırlayışla, daha büyük bir yâdedişle, daha bir hasretle, yüreğinin sesinin daha yüksek perdeden ihtar edişiyle annesine koştu, sarıldı, kokladı. Yüzünü; her kırışığında başka bir izin, düşüncenin, sevincin, kederin saklı olduğu yüzüne sürdü, yaşaran gözlerindeki nemi görmesin diye, başını göğsüne gömdü, ellerinin içini öptü. Artık yaşlanan, yılların geçişiyle çizgi çizgi bir efkârın solgunlaştırdığı yüzü ellerinin arasına alıp, gözlerinin içine bakarak, söylediği tatlı sözlerle, hayatını ailesine adayan bu fedakâr, bu cefakâr bedenin sahibini memnun etmeye çalıştı. Kırgınlıkların, vefasızlık ve nankörlüklerin sinesinde açtığı yaraları, sözünü etmese bile, sezgisiyle, o yüksek hissiyatıyla, o derin irfanıyla anlayan anasının, samimi ve içten sarılışı, adeta derman oldu dertlerine ve yanından adeta hafiflemiş olarak ayrıldı.
         Kimi ise; birazda medyanın ve tüketim toplumunun araçlarının dört bir yandan yaptığı yayınlarla; bir telaşenin, bir koşuşturmacanın, hep bir yerlere yetişmenin mahkumiyeti içinde epeydir annesine uğramadığının farkına vardı. Ve bir acı duydu sol böğründe… Belki de kimi bu duruma kahrederek, hayatın kaygılarının, endişelerinin sürüklediği bu noktaya gelinceye kadar, yaptıklarının neye hizmet ettiği hususunda derin derin düşündü. Yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçip giderken, bütün bunların; unuttuklarına, ihmal ettiklerine, arayıp sormadıklarına değip değmediği konusunda yeni tereddütler hâsıl oldu zihninde… Kimi de; telefona sarılarak, uzakta olduğu, gelemediği için, sesini duyup, hayır duasını almak gayesiyle, telefona sarıldı. Yine kimileri; yüreklerinde bir burukluk, kendilerine açıklamaktan utandıkları bir pişmanlık altında, birazcık olsun gönlünü almanın bahanesi olan hediyelerle yürüyüp gittiler annelerine…
         Oysa annelerin gönülleri o kadar yüce, yürekleri o kadar engin ve büyüktür ki; bazı istisnalar dışında hep affederler ya da affetmek için hep bir bahane ararlar ve sonunda da mutlaka bulurlar. Annelerin şefkatleri sevgilerini fersah fersah geçer ve çocukları onları gerektiği kadar hatırlamasa, arayıp sormasa bile, bu duruma hep bir mazeret bulurlar onların yerine… Ve yüreklerinde günbegün kabaran sitemlerini, kırılganlıklarını hep kendilerine saklarlar. Duyurmak istemezler hiç kimselere; aranmadıklarını, sorulmadıklarını, bir köşeye atıldıklarını… İhtiyaçlarının ne olduğunu kimseye bildirmezler. Çocuklarının işlerinin çok olduğunu, yüklerinin ağır olduğunu söylerler bunu kendilerine işittirenlere… İçlerindeki acı dağ gibi büyüse de, yine analık görevi galip gelir burada da…
         Onun için de ana olmak; bu kadar cefanın, bu kadar çilenin ve belki de bu kadar incinmenin sığacağı genişlikte bir yüreğe sahip olmak kolay değildir. Kolay değildir hiç; yemeyip yedirmemek, içmeyip içirebilmek, yoksulluklarını çocuklarına hissettirmemek için onları oyalamanın yollarını bulabilmek ve hayatın karşısında böylesine yiğitçe, böylesine dik ve böylesine onurlu durmak… Hayvanlar bile yavrularının üstüne titreyip, güçlerinin yetip yetmeyeceğine bakmadan, onları her türlü tehlikeden korumaya çalışırken, insan ve anne olmanın yükümlüğü altındaki kişi neler yapmaz. Bütün amaçları; hayat üzerlerine üzerlerine geldikçe; Yaradan’a sığınıp onları zarar görmeden büyütmek için, güçlerinin  fevkinde bir çabayla sarıp sarmalayan, bir kuş gibi onları mutluluğa doğru yuvadan uçurmak olan annelerin emekleri anlatmakla biter mi?
         İşte böylesine bir gayretin, gece demeyip gündüz demeyip yanında olmanın sonucunda büyüyen evlatlardan bazıları ne yazık ki, annelerini (babalarını da); sevgiye, saygıya ve ihtimama en çok ihtiyaç duydukları bir anda, kendilerine düşen bu kutsal görevi aksatıyorlar, kimi zaman günlerce unutup, bir telefonla bile, onları aramıyorlar ve sevgilerini anlatan iki kelimeyi onlardan esirgiyorlar. Sanıyorlar ki annelerin, yaş itibarıyla, büyüklüğüyle, görüp geçirdikleriyle artık buna ihtiyacı yoktur. Halbuki sevmenin ve sevilmenin yaşının olmadığını ve insanın hayattaki en büyük moral kaynağının sevdikleri olduğunu ve ara sıra da olsa, bunun kelimelere dökülmesi gerektiğini bilmiyorlar. Bunun ancak anne-baba olunduğunda anlaşılır hâle gelmesi ise doğrusu bir anlam kesbetmiyor..
         Oysa bu durum insanın etrafındaki diğer insanları da kapsamaktadır. Kişi bu güzel kelâmları, onlardan da duymak istemektedir. Ne var ki; kendisi de buna karşılık vermeli, iltifatını, samimiyete dayalı sevgisini ve saygısını esirgememeli çevresindekilerden. Toplumu birbirine bağlayan, bir olmamızı, bütün olmamızı, aramızdaki bağların sarsılmamasını sağlayan da budur. Güney Afrika’da birçok kişi tarafından konuşulan Zulu dilinde “Ubuntu” diye bir kelime var. Birçok anlamı var bu kelimenin. Bunlardan biri ise şu: ‘Sen var olduğun için ben de varım.” Nelson Mandela, bir röportajda “ubuntu”nun manasını şöyle özetliyor:
         ‘Biz küçükken bir yerden bir yere giderken, yolda acıkır ve susardık. Yol üstünde olan köylerdeki insanlar hiçbir karşılık beklemeden bize yemek verirlerdi ve yardım ederlerdi. İşte biz buna ubuntu derdik.
         İşte böyle bir anlayış, böyle bir yüksek ruhtur milletleri ayakta tutan ve daima ayakta tutacak olan…
         Annemi sonsuzluğa uğurlayalı nerdeyse yedi yıl oldu. Onunla kırk yılı aşkın birlikte olduk. Belki, annelerini çok erken ya da çok küçük yaşta kaybetmiş olanlara göre, büyük bir nimetti bu. Ancak; yine insanın içindeki ona dair hasretin dindiği söylenemez. Bazen yüzünü, gözünü, çizgilerini, adımı seslenişini, sohbet edişini, kendinden önce ahirete göçen çocuklarını hatırladığındaki ağlayışlarını unutmamak için,   hayalime getiriyorum annemi… Ve en çok da yüzünü… “En çabuk unutulan insanın yüzüdür.” diye bir söz okumuştum bir yerlerde… Ben de bunu ara sıra yapmazsam annemin yüzünü unutacağım, hafızamdan silinecek korkusu bastırıyor bazen. Babam için de bu yaptığım geçerli.
         Bazen de işte böyle “Anneler Günü”nü fırsat bilerek, içimi döküyor; ona gâh nesirle, gâh şiirle sesleniyorum. Ve ona diyorum ki:
         Anne; ay geçiyor, yıl geçiyor, mevsimler aynı minval üzre dönüp duruyor. Bahar geliyor, yaz geliyor, sonbaharda ağaçlar yapraklarını döküyor ve kış yine bütün beyazlığıyla hüküm sürüyor buralarda… Ve sen en iyi buraları bilirsin. Çünkü; hayatın hep Erzurum’da geçti ve ömrün; bu memleketin taşında, toprağında, ovasında, bayırında tükendi. Bir gün olsun başka yere gitmeyi istemedin ve evlatlarını da hep burada, yanı başında istedin. Allah’ın izniyle istediğin oldu ve vefatında da hepsi başucundaydılar.
         Anne; senin ifade ettiğin gerçeği ve bu gerçek içinde gizli olan manayı, ancak belli bir yaşa geldikten sonra, biraz olsun anlamaya başladım. Çocukluğumda ve gençliğin ele avuca sığmaz, hep hizmetle, hep fedakârlıkla geçen günlerinde sana dikkatle bakacak idrakte değildim. Seni yavaş yavaş anlamaya başladığım zamanlarda ise, bir mısra merbûtiyetine dûçar oldum. Fakat; üzülürsün diye, yazdığım şiirleri sana okuyamadım. Çünkü; yazdığım ilk şiir seni anlatıyordu ve ta yıllar önce iki dörtlüğünü zor dinlemiştin de üçüncüsünü gizleyip sana okuyamamıştım.  
         İşte şimdi de bu yazıyı, yine benim sana yazdığım şiirlerden biriyle değil de, ayrılığın büyük matemiyle, “Sakla Beni Anne” diye haykıran bir başka şairin, Ali Yüce’nin şiiriyle bitiriyorum:
         Sen ninni söylerken anne / Ak güvercinler evimize
            Gelin böcekleri konuyor / Saçımın tellerine
            Sen masal söylerken anne /Mor menekşeler açıyor sesinde
            Yüzünden kalkan kelebekler / Yavaşça konuyor kirpiklerime
            Sen ninni söylerken anne / Başucumda mı uykum
            Yastığımın altında mı / Söyle girsinler gözlerime
            Söyle şu kedilere anne / Miyavlamasınlar eğri büğrü
            Oyuncağımı korkutmasınlar / Girmesinler düşüne
            Yumuyor gözlerimi gizli bir el / Yüzünü göremiyorum anne
            Sar beni sakla beni / Sıcak sevgiler içine
            Tavan nere gitti anne / Nere gitti evimizin duvarları
            Daya ellerini anneciğim / Kediler düşmesin üstüme
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.