Renk değişti ve zaman yeni bir kapı açtı. Ve daralan ruhumdan yeni bir feryat yükseldi semâya… Nağmelerin yürek yangınlarına tercüman olduğu vakitlerde, narını, hicranını, inleyiş ve endişesini kalbine gömenler, yeni arayışların gayretiyle yollara, meydanlara, sokaklara döküldüler... Hiç biri diğerinin ruhunda yankılanan sesle ilgilenmiyor ve her biri başka makamlarda dolaşıyor kendince... Yoksulluğun, umursamazlığın ve belki de sevginin ve güzelliğin esiri gövdeler, bir bakışın örselediği manzaralardan kendi adlarına yeni bir şeyler keşfetmenin yanılgıları, yorgunlukları ve inancı içerisinde yola revan olmuşlardı.
Gece kimileri için bir ıstırap kaynağı, kimileri için muamma, kimileri içinse yeni mesafeler katetmenin bir daha ele geçmez fırsatı olarak yeretti, kendi küçük hikmeti büyük yüreklerinde... Şaşkınlığın ve hayretin yan yana geldiği bir büyük zaman dilimini daha yaşamanın kıvancı ve övüncü içerisinde olan Müslümanlar; kaybettiklerinin hüznü, kazanacaklarının telaşıyla, on bir ay hasretle; huzurundan, feyzinden, bereketinden pay almak için yüreklerin pır pır ederek bekledikleri mübarek ayı razı göndermenin peşindeler.
Çünkü; kuşlar gibi uçup gitmekte günler ve ramazan… Takıp ardına güzellikleri, çirkinlikleri, acıları ve hüzünleri… Zamanın elinde varlık geçmişe dönüşmekte ve onun gidişiyle; ona samimiyetle bağlanmış yürekler bir inilti koparmaktalar…
Solgun yüzler, incelmiş ruhlar, inancın gölgesinde kendini bulmuş vücutlar, diline gem vurmuş insanlar; paylaşmanın erdemiyle sükûnet bulmuş canlar, bir sabır imtihanından daha başarıyla çıkabilmiş olmayı umut etmenin gayreti içerisinde, sonunda; gösterilen irade ölçüsünde hasatın derleneceği harmandan elde ettiklerine doyamadıkları için, bu gidiş karşısında ah-ı enin etmekteler. Ve bu umudun içerisinde korku da gizlidir aynı zamanda… Kıymet bilememe ve yapılanların kabul edilmeme korkusu…
Çünkü insan “korku ve ümit” arasında olmalıdır ve bu ikisi arasında gidip geldikçe, bulunduğu yerin ve kendinin farkında olur. İçimizdeki düşünce ve nefis ağırlığının ettikleri karşısında, tek başına ne korku ve ne de ümit taşıyabilir bizleri; sabrın ve sükûnetin egemen olduğu bir ruh dünyasına… Onun içindir ki bu günler; aynı zamanda pişmanlıklarımızın boy verdiği ve kendimizi ağır bir şekilde ve tarafsız bir gözle sorguladığımız günlerdir de aynı zamanda…
Kimi kırdığımızın, kimi üzdüğümüzün, güzelliklere yeni bir pencere daha açıp açmadığımızın, sayısını çoğalttığımız küskünlüklerin ruhumuza yaşattığı ıstırabın en iyi dile geldiği vakitler olmalıdır. Dost olabilmek, dost bulabilmek ve dost kalabilmenin büyük çabalar istediği ve giderek zorlaştığı böyle bir zamanda; başkalarından çok kendimizi yargılamamız ve başkalarından çok kendi kalbimize nazar etmemiz gerektiğini bir ay boyunca bir kez bile hissetmemişsek, bu gufrân ayının, bizden razı gitmiş olacağını nasıl iddia ya da ümit edebiliriz ki? Ve belki de hem ramazanın ve hem de hayatın asıl anlamı ve nirengi noktası, bir kalbe girmek, bir kalbi kazanmak ve kazanılan kalbe sadık olabilmek, bu sınırı, bu durumu koruyabilmektir.
Bir kalbe giremeyen, bir kalbi fethedemeyen, sevginin güzelliğiyle ruhunu incelterek büyüyüp gelişemeyen kişi, koca bir cihanı fethetse ne olur? Bu büyük ve ulu uğraştan başarıyla çıkabilenler “efendi”, diğerleriyse gücünü kullanarak “hükmeden” olurlar ancak… Ve yine onlar ki; sevmenin ve sevilmenin tarifi imkânsız hazzını tadamadan, kendilerini büyük görmenin esareti altında çekip giderler bu dünyadan… Az önce de söylediğimiz gibi, bu arzumuza ulaşmak için de, evvelâ kendi kalbimize bakmalı ve onu tanımaya çalışmalıyız.
Zira; ünlü filozof, düşünür, politikacı ve en önemlisi bir eğitimci olan Konfiçyüs’ün de ifade ettiği gibi; “Efendiler kendi kalplerine bakar, küçükler başkalarına…
Bizim ramazana lâyık olmamız, onun ise bizden razı gitmesi belki çok kolay değil ama, pişmanlıkla ettiğimiz bir feryat ve bu sızıyla gözden akıtılan iki damla yaş, herhalde bu durumun tamamlayıcısı ya da bağışlanma sebebimiz olabilir. Umulur ki; “İnsanlara merhamet için gönderilen, taşların, kertenkelelerin ve kurtların bile dilinden anladığı ve gökteki dolunayın uğruna ikiye ayrıldığı” o büyük insanın, büyük peygamberin de şefaatiyle; açlık ve zevk baskısına dayanma karşısında gösterilen iradenin çabası boşa gitmez.
Lâyık olma ve gözyaşından söz edince; bugünlerde okuduğum ve gerçekten adeta küçük bir ruh depremi geçirmeye vesile olacağını düşündüğüm bir kıssayı araya sıkıştırmak istiyorum:
Ünlü sufi Ahmet er-Rufai bir gün talebelerine; “İçinizde hanginiz bende bir ayıp görüyorsa bildirsin dedi.’’ Talebelerinden birisi; “Efendim sizde büyük bir ayıp var.’’ diye cevap verdi. Herkes şaşırmıştı; böyle bir cevap beklenmiyordu ama Ahmet er-Rufai, ayıbını talebesinden soracak kadar kendisini aşmış birisiydi. Bu mütevazı insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, sadece ayıbını bilmek ve ondan kurtulabilmek ümidiyle şöyle dedi: ”Kardeşim o ayıbım nedir?’’ Talebenin gözleri doldu ve ağlayarak şöyle dedi; ”Efendim, bizim gibilerin size talebe olması.’’
Bu söz gönüllere çok tesir etmişti ve sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı...
İşte bütün mesele, lâyık olabilmekte ve o’nu razı olarak gönderebilmekte…
Günler; camilerin kubbelerinde yankılanan “Kur’an” seslerine karışarak bir bir geçip gidiyor ve yazın bu en sıcak ayında, çatlamış dudaklar, soluk yüzler; her gün adım adım bayrama yaklaşıyor. Ramazanın güzelliği, safiyeti ve ruh iklimiyle yıkanan, arınan gönüller olarak; biz ona layık olamasak da, onun, nar-ı firkatle, ardından döktüğümüz pişmanlık yaşlarının hürmetine razı gideceğini umuyor; İskender Pala’nın “Maah ey!” adlı yazısından bir yalvarışla sözümüzü noktalıyoruz:
Gel ey, yeniden gel eskisi gibi... Hatırası kora dönmüş uzak bayramların gülümseyişleriyle tutup ellerimizden, iftar sevinçlerine karıştır âminlerimizi; çoğalttıkça çoğalt yakarışları gül dudaklarda. İki sevinç arasında, bunda ve ötede müjdelenen iki sevinç arasında, bir alev gibi yak ruhumuzu ve bir anda yansın amel defterlerimizin kara sayfaları. Azrail tabaklarımıza bırakmadan ölümü, hakiki oruçların iftarına ulaştır bizi. Terk ettiğimiz nimetlerini iftar sofrasında melekler koysun önümüze ve gönül kandilinin pasını temizlesin feriştehler. Riya desenlerinden arındırdığın nur elbiselerini giydir seherlerde bize de, isterse ramazan hilali gibi zayıflasın bedenlerimiz, gel ey!..
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.