Fransız İhtilalı üç temel düşünce üzerine dayanıyordu: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik… Avrupa medeniyeti bu üç kavramı kendi düşünce dünyasında özlemle gerçekleştirmek istiyordu. Çünkü Batı, bu temel düşüncelere açtı. Düşünce insanları, edipler ve sanatçılar kendilerinin ve halkın, krala ve kiliseye karşı vatandaşlık hukukunu geliştirerek siyasette ve hukukta kendilerine yer istiyorlardı. Bu iki otoriteyi yok saymıyor, kendilerinin de bu otoritelere tanınan haklar gibi kendilerine de haklar verilmesini istiyorlardı. Kiliseye din özgürlüğü verilirken, vatandaşlara da vicdan özgürlüğünün verilmesini istiyorlardı. Kilisenin okullarına karşı kendilerinin de seküler/laik okullarının olması çabası içerisindeydiler.

Çünkü kitaba ve kiliseye bağlı bir bilginin yanında deney ve gözleme dayalı bilgi yöntemini kabul eden Batı medeniyeti, bu anlayışıyla eşyaya hükmetmeyi öğrenerek, coğrafi keşifleri, teleskopu, mikroskobu, buharı ve makine gücünü keşfetmişlerdi. Ancak bu iki zihniyet birbirini yok etmeden yaşamak istiyordu.

Liberaller ve demokratlar eşitlik ilkesini kenara iterek, özgürlük ilkesini kendilerine temel aldılar.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Delano Roosevelt 6 Ocak 1941 ‘de Kongre’de yaptığı ünlü konuşmasında : “Özgürlük, her yerde insan haklarının hüküm sürmesi demektir. Güvenli bir hale getirmeye çalışacağımız gelecekte, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulmuş bir dünya arzuluyoruz.” Dedikten sonra özgürlükleri şöyle sıralar:

Dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğü,
Dünyanın her yerinde, herkesin kendi usulünce Tanrı’ya ibadet etme özgürlüğü,
Dünyanın her yerinde, yokluktan uzak yaşama özgürlüğü,
Dünyanın her yerinde, korkudan uzak yaşama özgürlüğü.
Sosyalist düşünce özgürlüğü eşitlik ilkesine feda ederek, eşitlik ilkesini temel düşünce olarak kabul eder. Sosyal Demokrat düşünce ise özgürlük ve eşitlik kavramlarını birbirine feda etmemeye çalışarak ve üçüncü bir yol denemesini kabul ederek uygular. 

Ancak Avrupa medeniyetinin bir ayağı eksik kaldı. Kardeşlik hiçbir zaman gerçekleşemedi. İnsanlık tarihinde yirminci yüzyıl en kanlı yüzyıl olarak tarihe geçti. Özgürleştiğini ve eşitlikçi olduğunu ileri süren Avrupa, ideolojilere tutsak olarak Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yetmiyormuş gibi bir de Soğuk Savaş sürecini yaşadı. Sömürgeci devletler yeryüzünün siyasi coğrafyasını hemen her yıl yeniden paylaştıkları için haritacıların işlerinin en yoğun olduğu yüzyıl; son iki yüzyıl oldu. 

Bizde ise, kitaba dayalı bilgiyi esas alan ve onu tekrar eden bilginin taşındığı ve üretildiği kurum medreseydi. Bir zamanlar az da olsa deneye ve gözleme dayalı bilginin bireysel olarak elde edilmesi ve sürdürülmesi çabası içerisinde olundu. Ancak bu çabalar kurumsal boyutta medresede yaşama şansına sahip olmadı. 
Batı, deneyi esas alınca ve seküler okulları kurunca bizi kendine muhtaç etti. Biz de mektepleşme sürecine girdik. Ancak, felsefi ve bilimsel zihniyet esas alınmayınca mektepler de istenen verim alınamadı. Bir mektepli diğeri medreseli olmak üzere iki zihniyete sahip insan ortaya çıktı. Bu kurumlar birbiriyle barışık yaşamadı. Anlamak da istemedi. Birbirini görmezden geldi.

Gayri Müslim yurttaşların okullaşması da Batı’nın yayılmacı emellerine uygun olarak kilise ve seküler okullar üzerine yaygınlaştı. Bu okullarda ülkenin kalkınmasından daha çok ayrılıkçı emellere hizmet edildi.  

II. Meşrutiyet döneminde üç siyasi ilke kabul edildi: “ Hürriyet, eşitlik/müsavat, kardeşlik/uhuvvet.” Bu kavramlar Osmanlı İmparatorluğunun ömrünü uzatmak için isteniyordu. Ancak ne acıdır ki, bunlar imparatorluğun ömrünün daha da kısaltılmasına sebep oldu.
Emperyalist devletler tarafından işgal edilen İslam toplumlarının hiç birinin bağımsız olmadığı yıllarda imparatorluğun külleri arasından çıkan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağımsızlığını ilan etti. Milli bir devlet hüviyetini kendine esas aldı. Tevhid-i Tedrisat/Eğitimde Birlik ilkesi yoluna gitti. Okullarda deneye yer vererek Batı ile aramızdaki 300 yıllık süre kapatılmaya başlandı. Devlet,%5 olan okur-yazar vatandaş kitlesini okullu yapmak istedi ve ağırlıklı olarak eşitlik ilkesini ve bilimsel zihniyeti öne çıkardı. Atatürk öğretmenlere seslenirken: Cumhuriyet sizden; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” düşüncesinin yaygınlaşmasını istiyordu. 
İşte kabaca izah ettiğimiz bu tarihi süreçte, cehaletten, sofrasında buğday ekmeğinin bulunduğu insanın zengin sayıldığı yokluktan ve her dört kişiden birinin veremli olduğu sağlıksız bir toplum olmaktan kurtulmanın yolunun eğitimden geçeceği kabul edildi. Ancak medrese yöntemine ağır eleştiriler yapanlar öyle bir çıkmaz sokak bataklığına battılar ki; gençlerimiz nezleye yakalanır gibi ideoloji hastalığına yakalandılar. Özgürlük ve eşitlik isteyen gençlerimiz bu isteklerine hiçbir gün kardeşlik isteğini eklemediler. Hep kin ve düşmanlık aşıladılar.
Bu durum ideolojilerin temel özelliğidir. İdeolojiler, kendi ayıp ve günahlarından, düşünce eksikliklerinden daha çok ötekileştirdiklerinin ayıp ve günahlarını sayıp dururlar. Gençlerimiz, hakikati, bilimi ve irfanı aramaktan daha çok ideolojilerin hayalî sloganlarına sarıldılar. Üniversitelerimiz ve eğitim kurumlarımız ideolojik süreci ağır yaşayarak ülkeye çok zarar verdi. Temelleri sağlam kurulmuş ve rotası belli olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini Osmanlı Devletini kurtaracağım diye batıran medrese ve mektep (mülkiye, harbiye ve tıbbiye) uleması gibi Cumhuriyet üniversitelerinde okuyanlar da aynı kurtarma hastalığına yakalandı. Kurulmuş devleti geliştireceğim demediler. Onu iyi anlamadılar. Dahası, ülkesinin insanına mutluluğu ve kurtuluşu getirmesi için ideolojileri sanki özümsemiş ve anlamış edasıyla kendi ülkesinin insanını öldürerek katilliği kendilerine reva gördüler. Öldürerek yaşatmayı benimseyen, ideolojilerin hediyesi olan düşmanlık, kin ve katilliğe sahip olan bir gençlik ortaya çıktı. 
İdeolojiler çağını yaşamada siyasilerimizin, aydın geçinen ideologlarımızın ve üniversitelerimizin günahı affedilmeyecek kadar büyüktür. Bir gün olsun askerimiz, siyasetçimiz, aydınımız ve bilim insanlarımız bu hatasını sorgulamadı. Hep ötekileştirdiklerini günah keçisi olarak gördü.
Ülkemiz ideolojilerle kirlenme sürecini daha tam atlatmış değil. Filozofu olmayan toplum onun yerine gerçekçi olmayan sanılı aydın, ideolog ya da yalancı filozoflar yetiştirir. Eflatun’un ve Farabi’nin ifadesiyle ; “ Devlet başkanı filozof olmayan topluluklar felaketini beklesin.”
Işık, aydınlanma ve ilahi vahiy üstten gelir. Aşağıdan yukarıya aydınlanma tarihte hiç olmamıştır. 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.