Değerli okurlarım yüksek tahsilimi Kayseri’de, doktoramı ise Konya’da yaptım. Kayseri tarihini yazdım Bu iki kentte yaşadım. Geçen hafta seyahatim nedeniyle bu kentlerden gündüz geçtim. Yaşadığım yıllardaki bu kentler neydi şimdi ne oldular! Her bakımdan gelişme göstermişler. Bizim geri kalışımızın nedeni üzerine cevap arayışımı Erzurum Kalkınma Vakfı/ERVAK’ın “Erzurum’da Eğitim Sorunları ve Çözüm Önerileri” ile ilgili 16 Kasım 2008 tarihinde düzenlediği panelde dilimin döndüğünce ifade etmiştim. Seyahat esnasında paneldeki konuşmam aklıma geldi. Ve o konuşma metnini ufak değişikliklerle sizlerle paylaşmak istedim.
Pakistanlı Çağdaş düşünür Muhammet İkbal’in Alman ulusuna Tanrı’nın bir lütfu olarak gördüğü Filozof Kant; “İnsanlığın en güç diyebileceğimiz buluşlarından ikisi; insanları yönetme ve eğitmedir” demektedir. İnsanı eğitmek ve insanı yönetmek sanatların en anlamlısı ve en zorudur. Dün olduğu kadar bugün de zor sanatlardan biri olan eğitim meselemizi efkârı umumun dikkatine bir daha sunmaktır.
Uygarlık bilim, felsefe, din, ahlak ve sanat gibi değerlerden oluşur. Bunları meydana getiren ve geliştiren de yetkin insanlardır. İnsanın hayat/yaşama felsefesi, evren/dünya görüşü bir diğer ifadeyle zihinsel/belleksel düşünce yapısı kişioğlunun önce kendine, diğer insanlara, evrene ve Yüce Yaratıcıya bakışıyla oluşur. Uygarlık bu zihniyet üzerine kurulur ve yaşatılır. Zihniyetlerin temelinde kabul edilmiş değerler vardır. Zaten, uygarlık değerler kitabıdır. İnsan tabiatı gereği, olaylara, objelere, hep bu kabullendiği değerler açısından bakar. Her şey bu değerlere göre anlam kazanır. Zihniyetler insanların fiillerinde, ifadelerinde ortaya çıkar. Ferdin içinde yaşadığı toplum, yetişme tarzı ve zihnini kullandığı alan zihniyet oluşmasında önemli rol oynar.
Bir elekçi kızını bir bey oğluyla evlendirmişler. Bahçesi salkım saçak çam ağaçlarıyla dopdolu bulunan konağa gelin gitmiş. Bu çamlardan ne kadar elek kasnağı çıkar diye söylenmiş.
Elekçi kızı için çam ağacının anlamı, bu ağaçlardan kaç elek kasnağının çıkacağının hesabıdır. İşte insanın düşünce biçimi onun hayat anlayışını oluşturmaktadır.
Jacop Butckhart “ Fikir ve zihniyet dünyası her göze ayrı bir tablo çizer, farklı neticelere ulaşılır.”demektedir. Bu düşünceden hareketle kalkıp nasıl diyeceğiz Erzurumlunun ortak bir zihniyeti vardır. Her bir bireyin farklılığını göz ardı etmeyeceğimiz gün gibi ortada. Oysaki yukarıda; bırak bir kenti bir ulusu, bir medeniyetin dahi ortak değerlerden oluştuğunu belirttik. Bizim burada ifade etmek istediğimiz coğrafi ve idari taksimattan öte ortak değerleri oluşturan zihniyeti ortaya koymaktır. Yüzlerce yıl bir kentte iktisada, bilime, sanata, tefekküre, dine ve ahlaka ait oluşan yaşama biçimi o kentin ortak değerlerini oluşturur. Çünkü bireyin düşüncesi kenti, kentin düşüncesi bireyi etkiler. Kentlerin değerleri o ulusun değerlerini o ulusun değerleri de medeniyetini oluşturur.
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir adlıeserinde 1913’lerdeki Erzurum için:“O zamanın Erzurum’u, on yıl sonra 1923’te gördüğüm Erzurum’dan çok başkaydı. Her türlü kıyafette bir kabalığın çarşı pazarını doldurduğu, saraç, kuyumcu, bakırcı dükkânlarıyla senede her yıl otuz bin deve, iki misli katırın ve bir o kadar da malın girip çıktığı hanlarıyla, ambarlarıyla, eşraf ve ayanıyla, esnafıyla, otuz sekiz medresesiyle, elli dört camisiyle, İran transitinin beslediği refahlı ve mamur Erzurum. On yıl sonra gördüğüm harap şehir arasında kolay kolay münasebet tasavvur edilemezdi… İkinci defa gördüğüm bu şehir, artık şark vilayetlerinin - Solakzadeler, Kadızadeler, Müftizadeler, Gözübüyük ailelerinden oluşan- uleması, esnafı, iktisadi merkezi, yaylanın gülü, bu havalide söylenen türkülerin yarısından çoğunun güzelliğini övdüğü eski Erzurum değildi. Harp, hicret, katliamlar, tifüs, çeşit çeşit felaket, üzerinden ağır bir silindir gibi geçmiş, her şeyi ezip devirmişti. Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbinde geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandıkları şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana doludizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Milli Mücadele’ye önayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı. Kentte kaybolan şey, bütün bir hayat tarzı, bütün bir dünya idi. Bu hayat bir daha dönmemek üzere kaybolmuştu. Çünkü büyük Harbin getirdiği felaket olmasa bile, gene bu çarşı sönecek, bu esnaf dağılacak ve kendi bünyesini yeni baştan kuracak olan yeni bir çalışma şeklini bulana kadar gene küçülecek, köyleşecekti.” Hakikatte de öyle oldu. Rusların işgalleriyle Erzurum sanayileşememiş, ticaret yollarının yönü değişmiş, kalifiye insan gücü savaşta yok olduğu için kent olmaktan çıkmış, büyük bir köy olmuştu. Büyük köy oluşu fiziki yapıdan daha çok hayat tarzının ve dünya görüşünün değişmesiydi. Biliyoruz ki, bir kent köyleşirse ya da yüzünü köye çevirirse sırtını duvara vermiş demektir. Bu yüzden de gidecek başka yeri kalmadığı için gelişmesi durmuş demektir.
Cami Nefehat-ül Üns adlı eserinde Âdemoğlunu üç fırkaya ayırır: ümera, ulema ve fukara. Şehirleri oluşturan sınıflar merkezi otoriteyi temsil eden mahalli beyler. Eşraf ve ayandan oluşan siyasi iktidar sahipleri. Ordu ve idari erkân. İddia ve ihtiraslarının sertliği ve aşırılığı ile hükümdar ve yakınlarından kıl kadar farklı olmayan, Mevlana’nın deyişiyle “ehl-i cihandan hizmetkârlık ve riayet-i edep eyleyen ruhani sınıf (aristokrasi). Büyük tüccar, toprak ve sermaye sahipleri. Bu sınıfların alt hizmet tabakaları ise; küçük memur, tekke ve zaviyelerin mürit halkalarını oluşturan esnaf ve zanaatkâr, yerleşik ve gezici ticaret erbabı ve nihayet ziraatçılardı. Köylerde ise sadece çiftçi ve hayvan yetiştiricileri bulunuyordu.” Osmanlıda nüfusun hemen hemen %80’i köylüydü.
Atatürk Üniversitesinin emekli değerli öğretim üyesi Prof. Dr. M.Sıtkı Aras hocamızın Erzurum’un Manevi Mimarları adlı eserinde “ Araştırmacılar Erzurum insanında, âlim (molla, mütefekkir), veli (gönül adamı), bey (hanedan), dadaş (aksiyoncu), halk önderi ve halk filozofu gibi altı ana tipin olduğunu iddia etmektedirler”görüşünü öne sürer. Savaş bu insan tiplerinin büyük çoğunluğunu da yok etti.
Zihniyet ve Din adlı eserinde Sabri F. Ülgener, İslam ve Hıristiyanlığın doğuşu yeri ve gelişmesi hakkında bize şu tespiti yapmaktadır: “Hıristiyanlık gerçekten, Max Weber’in dediği gibi, başlangıçta gezginci bir zanaatkâr ve esnaf dini olarak vücut bulmuş, aradan epey zaman geçtikten sonra küçük burjuvaziden şehirlerin hali vakti yerinde orta sınıf halkına (burjuvaziye) doğru yol ve yön değiştirmiştir. İslam’da ise gelişme tersinedir: Şehrin hali vakti yerinde orta sınıf halkından başlayıp tasavvuf ve tarikatlarla beraber esnaf ve zanaatkâr çevrelerine, bugünkü deyimi ile küçük burjuvaziye doğru bir yol alan bir gelişme çizgisi ile karşı karşıyayız.”
Erzurum birçok medresesini ve bilginlerini kaybedince, bilgi pazarındaki bilgi bolluğu azalmış ve yok olmuştu. Mektep olarak Gayri Müslimlerin mekteplerinin olmasına rağmen bölgenin bilgi üretim lokomotifi Erzurum İdadisi/lisesiydi. Ülkemizde öğretmen, din görevlisi, hemşire ve ebe mesleği küçük yerleşim yerlerindeki sakinlerin gençlerinin ekmek kapısı oldu. Çok sonraları 1957’de bilginin toplandığı, geliştirildiği ve pazarlandığı ülkemizin ilk kurulan üniversiteleri arasında Atatürk Üniversitesi yer aldı. Devletimizin kurucusu Atatürk’ün ufku ve Başbakan Adnan Menderes’in bu işi ciddiye alması ve dahası Erzurum’un ileri gelenlerinin büyük desteğiyle bu ulu çınar kente dikildi. Kökleri sağlam bilgi çınarının, dallarından dal kesilerek yeni çınarlar yani yeni üniversiteler kuruldu. Hala yeni kurulan üniversitelere de kaynaklık etmektedir.
Bu çabaya rağmen kent bir büyük köy olmaktan yakasını kurtaramadı. Çünkü kent kültürünü yaşatacak ve aktaracak zevatın büyük çoğunluğu savaş yıllarında vefat etmişti. Kalanların çoğu da kentten göç etmek zorunda kalmışlardı. Rahmetli annem “ben seferberlik çocuğuyum” derdi. Bu olumsuzluklar elbette bu kültür havzasında, yeteri kadar üst düzey devlet adamı, mütefekkir, müteşebbis, sanatçı, bilim insanı, bürokrat çıkaracak zihniyetin kaybolmasına neden olmuştur. Erzurum halkı başarısız olduğu için değil, başarısızlığı, yukarıda saydığımız yetkin ve yetişkin insanların yeteri kadar olmadığından dersek hatalı söz söylememiş oluruz. Var olanlarla yola devam edeceksek bu halimizle yola devam edeceğiz demektir. Yok, eğer bu anlayışı değiştirerek üst seviyelere çıkacaksak yeni anlayışlara ya da var olan anlayışların değişmesine ihtiyaç vardır.
Yine Sıtkı Aras hocamızın Bir Şehrin Ruhu Erzurum adlı eserinde, Erciyes Üniversitesi Rektörü (emekli) Prof. Dr. Mehmet Şahin’in Erzurum insanı hakkında çok güzel tespitleri bulunmaktadır: “Kayseri (kendileri Kayserilidirler) büyük âlim, büyük tüccar, büyük politikacı yetiştirebilmektedir. Fakat Kayseri kültürü bir Vehbi Efe’yi, bir Hacı Salih Sezgin Efendi’yi, bir Demirci Hacı Vehbi Efendi’yi (Hasankale’de bir demirci ustası) katiyetle çıkaramaz” demektedir.
Şimdi Erzurumlu mu Kayseriliye imrensin yoksa Kayserili mi Erzurumluya imrensin. İkisi de eksik. En iyisi Erzurumlunun yüreği, Kayserlinin zekâsı birleşince Türk milletinin mutluluğu sağlanmış olur. Esnafımıza sık sık Kayseri gezileri düzenleyerek bilgi ve görgü alış- verişi sağlanmalı.
Yakınlarda Kayseri’den telefonla arandım. Hocam- biz Kayseri’de Nuh Naci Yazgan (Sivas Kongresine katılan Kayseri Delegesi ve Akbank kurucusu ve hissedarlarından) Vakfı Mütevelli Heyeti olarak Nuh Naci Yazgan Üniversitesi kuruyoruz, Nuh Naci Yazgan’ın hayatı hakkında bize yardımcı olabilir misiniz? Anlaşılıyor ki, Kayseri yakında devlet ve özel üniversiteler kenti olacak.
Rahmetli Naim hoca Kayseri Valisi Saffet Arıkan Bedük ve Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Şahin’in misafiri olarak Kayseri’ye gelmişti. Kayseri otobüs terminalinde hocayı Erzurum’a uğurlamak için gezinirken (Sadece ikimiz vardık.) dedim ki:
Efe, biliyor musun Kayserinin din bilginlerinin çoğunluğu kent kökenli, ya sanatkâr ya da tüccar. Hemen hepsi elinin emeğiyle geçinen ve üreten insandır. Hepsi yaptıkları sanat lakabıyla anılır. Paranın gücünü ve harcanacak yerini iyi bilirler. Çarşıda pazarda gezerken hem maddi hem de manevi zenginlikleriyle saygındırlar. Omuzları zenginin yanında düşük değildir. Onlar, çalışmanın, üretmenin, iş güç sahibi olmanın ve tutumluluğun değerini her gün cami kürsülerinde anlatırlar. Sadaka ile geçinmenin ayıplığını söylerler. Zenginliği teşvik ederler. Ticaret ayıplanmaz tam tersi ticaretle, sanatla iştigal etmemek ayıplanır. Hatta kentin en büyük eski yazma eserlerinin bulunduğu kütüphaneyi de Raşit Efendi adlı Kayserili hayırsever bilgin kurmuştur.” dedim.
Naim hoca derinden bir of çekti.
— Ola oğul demek bunların zenginliğinin altında bunlar yatıyor.
—Evet, bu zihniyet yatıyor.
Sözümü esirgemeden:“Siz kimseye sanatınızı (berberliğinizi) söylemediniz. Çünkü sizde, Erzurumlunun sizi ayıplayacağı korkusu vardı.”
Efe, haklısın dercesine sessiz kaldı.
Elinin emeğiyle geçinen, sanat sahibi İsmail Usta derdi ki;“ Bak oğul biz hep İbrahim Ethem’in hayatını anlatır dururuz. Esasında bize onun değil, bir İmam-ı Azam’ın, bir İmam-ı Gazali’nin, bir Muhyiddin Arabî’nin hayatı örnek olmalıdır.” Ben de diyorum ki; İsmail Ustanın örnekliği bize az bir örnek mi ki çok uzaklarda örnek arayalım. İsmail Usta, hem üreten, hem elinin emeğiyle geçinen insandı. Yine örnek insan olarak Şenkaya ilçenin okuma seviyesini en üst seviyelere çıkartan Hüseyin Köycüyü romanlaştırarak devleti işe nasıl koştuğunu herkese anlatalım.
Ekonomi Ahlakı ve İnsan Kaynağı Erzurum Örnekleminde Bir inceleme adlı eserinde Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Niyazi Usta; “ Halk arasında yaşayan İslam’ın en belirgin özelliği nasip, kısmet, takdir, yazgı gibi günlük dilde kullanılan kavramların bize gösterdiği kaderciliktir… Erzurumlulara göre dindarlık İslam topluluklarının genelinde olduğu gibi şekilcidir. Dini terminolojide kisve genelde aksesuar ve alışkanlık olarak kullanılır. Yani, hâşâma ile havuza girme dikkatini gösteren şahsın, borcunu önemsememesi, iş yerlerinin tabelalarının dini motif ve anlam ifadeleri koymaları gibi. …. Dini grupların Erzurum’da güçlü olmasına rağmen neden Anadolu’nun diğer kentlerinde ekonomik şirketleşmenin Erzurumda olmaması incelenmeye değer bir konudur. Ve buna neden olabilecekleri de şöyle sıralamaktadır: “Düşük eğitim düzeyine bağlılık, bencillik, kıskançlık, kültürel mirastan devralınan kanaatkâr zihniyet, yaşanan dindarlığın ekonomi ile ilgili boyutunun işe yarar tarafının azlığı, aidiyet duygusunun ekonomi alanında zayıf oluşu, bireysel ve sosyal erdemlerin azlığı ve buna ilave olarak, güvensizlik ortamının oluşmasıdır.”
Dünya görüşümüzde bu olumsuz zihniyet oluşunca “Bir Vakitler Erzurum” adlı eserinde İbrahim Aydemir’in tespiti ortaya çıkar: ‘Değerlere sırtını dönen, adını yüceltmeye çalışanları içerisinden atmaya kalkan, dahası kendisine sahip çıkmayanlarla hizmet edenleri bir kefede tutan, midesine ve cebine çalışanlarla şehrine hizmet edenleri aynı derecede tutan başka bir yer olduğunu bilen varsa, beri gelsin Allah aşkına.” demektedir.
Bilgi güçtür, kudrettir. Gazali, evlatlarını okutarak servetini seyyar kıldığını, taşınmazı taşınır yaptığını söyler. Çocuklarımızı dershanelere göndererek bilginin alınır satılır bir şey olduğunu öğrendik. Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşı olarak hala haydin kızlar okula kampanyası yapıyoruz. İki yüz metre kare evlerde oturuyoruz ama kütüphanesi olan ev sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Eğitim için harcanan maddi harcamaları zaman zaman boşa harcanmış addediyoruz.
Erzurum’un yakın tarihi hakkında araştırma yapanların araştırmalarından biliyoruz ki, Erzurum bilim, sanat ve özellikle dini düşünce sahasında seçkin insanlar yetiştirmiştir. Ancak bu insanlar bir vakıf kuramamış ya da kurulan vakıflar bir üniversite kuracak zihniyete sahip olamamış. Devletin desteğiyle kurulan Atatürk Üniversitesi, üniversite kuran üniversite olmuştur. Erzurum bu imkânı kullanarak üniversiteler kenti olmalıdır.
Erzurum Teknik Üniversitesinin yanında Yakutiye, Hatuniye, Palandöken ya da başka bir adla özel kurulacak üniversiteleri inşa edecek tüccarı, sanayiciyi, ustayı, içerisinde ders okutacak bilginleri yetiştirmeyi düşünelim. Her Cuma namazı çıkışında üniversitelerimizin, her türden okullarımızın kurulması ve yaşatılması için yardım toplayalım ve bir taş da senin bulunsun diyelim. Kız ve erkek yurtları yaparak lise ve üniversitede okuyan gençlerimize güzel mekânlar hazırlayalım. 1001 hatimleri rahmet-i rahmana kavuşan ecdadımızın ruhlarının şad olması ve kentimizin her türlü afetlerden korunması için okuduğumuz kadar yaşayanlarımızın sağlığı, zenginliği, mutluluğu, birlik ve dirliği için de okuyalım. Ramazanlarda, Cuma namazlarında, kutsal gecelerde dolup taşan camilerimizde gösterdiğimiz heyecanlı ve coşkulu gönül birlikteliğimizi akıl birlikteliğinde de gösterelim. Yapımı on ya da on beş yılda biten camiler yerine bodrumsuz, çatılı, sanat özelliği olan tek şerefeli minareli camiler yapalım. Günde beş vakit okunan ezanlardaki “Hayyaalel Felah” Haydin Kurtuluşa, Haydin Kurtuluşa çağrısını geri kalmışlığımızın kurtuluşu için anlayalım. Bunun bize söylendiğini bilelim.
Cumhurbaşkanı iken Süleyman Demirel Kayseri’ye geldiğinde varlıklı insanları Üniversitenin Rektörlük binasında toplayarak “Haydi bakalım maddi olarak ne yapabilirsiniz” dediğinde, sıra Kadir Hasa gelince:
—Sayın cumhurbaşkanım beni hayırda kimse geçemez, diğer dostlar söylesinler demişti. Kayserili hayırsever insanlar Erzurum’a okul yaparken bizim insanımızın neden -bırakın başka illere yapmayı!- kendi iline hayır kurumu yapmadığının nedenini düşünelim. Erzurum’da ve dışarıda yaşayan hemşehrilerimizden varlıklı insanları bir araya toplayarak bu hayırlı toplantıyı gerçekleştirebilir miyiz bilmem ama gerçekleştirmeliyiz.
Filozoflar aklı sınıflandırmıştır. Ruhiyatçılar da insanın zekâsını, yeteneklerini ve kişiliklerini tasnif etmiştir. Modern dünya, düşünce kuruluşları kurarak ‘Bilge insanlar’ topluluğu oluşturmuşlar. Liderliğin denendiği tek ölçü; yol gösterme, bütün gayretiyle yol gösterme yeteneğidir ve öngörüdür. Elbette buna ihtiyacımız var.
İnsanın zengin yeti ve yeteneklerinin farkında olarak görüş ayrılıklarımızı bir rahmet olarak düşünerek bir birimize saygıyı, güveni, iyi niyeti ve kardeşliğimizi yitirmeden çok şeyler başarabileceğimize inanalım. Güven, ancak dürüstlükle, haysiyetle, yükümlülüklerin kutsal sayılmasıyla, inançla, korumayla, bencillikten uzak çalışmayla gelişir.
Belki, bugün burada bu toplantıyı yapmamıza kızanlar olacaktır. Hatta bizim burada toplanmamıza birileri, herkes kendi işine baksın da diyebilir. Evet, doğru ben de diyorum ki; kendi işin olarak gördüğün eğitim işinin; benim işimi, çocuklarımın hayatını, kentin sosyal, ekonomik yaşantısını nasıl etkilediğine bir bak!
Bugün burada bugün ile geçmiş arasında bir kavga başlatacak olursak, geleceği ve gelecekle ilgili yapacaklarımızı kaybederiz. Bunu göze alacak kadar ne cömertliğimiz ve ne de cesurluğumuz var. Çaba ve gayretimiz, çocuklarımızın yarınlarının bugünümüzden ve geçmişimizden daha iyi olması ve genç kuşağımızın iyi eğitim alarak zor bir iş olan bilimi cesaretle öğrenmelerinden başka yol olmadığını bilmeleridir. Eğer, bugünkü uyguladığımız yöntemler ve anlayışımız devam ettikçe, bütün cesaretimize ve bütün harcadığımız kaynaklara rağmen istediğimiz sonuca ulaşamayız. Elbette eğitim, kalkınma ve sosyal refahta ülke sıralamasında çok geri sırada oluşumuz bize daha çok çalışmamızı emrediyor. Buraya geri kalışımıza gözyaşları dökmek, ağıtlar yakmak için değil, beğenmediğimiz talihimizi değiştirmek, kaç insanımızı daha üst düzey yaşama kavuşmasının nedenini sorgulayabilmeliyiz. Fedakârlık istediğimiz şeyler, kazanacağımız şeylerden daha değerli ise fedakârlıktan kaçamayız. Adımlarımızı yavaş atmak şöyle dursun yürümeyeceğiz, olanca gücümüzle koşacağız. Soylu bir gelecek düşüncesini aklımızdan bir an bile çıkaramayız.
Palandöken dağının tepesinden Erzurum’a bakınca koskocaman hele geceleri ışıl ışıl yanan bir kent görürüsünüz. Bugün burada toplanmamızın nedeni sadece özel okullara, özel kurslara ve özel dershanelere giderek az da olsa işini kotaranların hayat hikâyesini anlatmak değil, aynı zamanda bu imkânlara kavuşamamış öteki Erzurum’un hayat hikâyesini de konuşmaktır.
Bugün hepimiz, kentimizin her bakımdan başarısızlığının kurbanı olduğumuz kadar bu başarısızlığın da yaratıcısıyız. Bu gidişatı atadan kalma bir miras olarak sürdüremeyiz. Suçlu aramaya değil sorumluluk almaya geldiğimizi düşünmeliyiz. Erzurum ismini taşıyan ortak miras için sorumluluk duyuyorsak, bu isim hepimizi tanımlamaktadır. Bu isim, hepimize bir sorumluluk yüklemektedir. Bu ismin hepimiz için bir bedeli vardır. Bir şeyin bedeli neyse değeri de odur. Hiçbir bedel ödemeden burada değiliz. Ezberimizin bozulması gerek. Bu toplantının yapılma isteği bana şunu da hatırlatıyor; kentimizin meseleleri konusunda sorumluluğa istekli oluşumuz, sorumlulukları üstlenmeye hazır olduğumuzu da gösteriyor. Öyleyse her ne yapmak gerekiyorsa yaparak zaferi elde etmek, amacımız olmalıdır.
Millet olarak Islahat, Tanzimat, I.Meşrutiyet, II Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e geçiş sürecini yaşadık. Avrupa Birliğine katılma sürecini de yaşıyoruz. Yine Rus, Balkan, Birinci Cihan ve nihayet Milli Mücadele gibi çetin savaşları yaşadık. İdeolojik ve bölücü terör belasını da yaşıyoruz. Tüm bu sıkıntılarda Erzurum her ne pahasına olursa olsun yapılabilir fedakârlığın en üst fedakârlığı yapmıştır. Meseleler çıkarmamış, Türk Milletinin temel hasleti olan sağduyusunu her zaman göstererek birliğin, dirliğin ve kardeşliğin timsali olmuştur. Tarihimizde temelleri en sağlam atılan Türk devletlerinden biri olan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri bu kentte atıldı. Devlet kurma iradesini ve kararlılığını gösteren bu kentin insanları dereyi geçip çayda boğulamaz. Gelin hep beraber el ele, gönül gönüle, akıl akıla ve daha da önemlisi iradelerimizi birleştirerek bu bahtsız gidişimizi değiştirelim. Eğer kafamızda ciddi olarak inanmadığımız bir plan ve program yoksa yapılacak fedakârlıklar çok ağır gelir.
Yorgun bir insan, yorgun bir kent ve yorgun bir ulus elinde avucunda olanla yetinerek ve kaybetmekten korkarak tutucu olur. Çok çalıştık, zenginleştik, yorulduk diyemeyeceğimize göre, zihniyet değişikliği yaparak, eğitimde ve her alanda kentimizi üst sıralara çıkartarak tutucu olunacaksa o zaman tutucu olalım. Ve o zaman dinlenmeyi hak edelim. Ne yılgın, ne yorgun ne de tutucu olalım. Çünkü tarih bireylerin ve ulusların büyük olma hedeflerine ancak çetin, tehlikeli ve zor yollardan geçerek geldiğini göstermektedir. Zaferler mucizeler üzerine değil acılar üzerine kuruludur. Rızaya dayalı değişimi gerçekleştirelim. Benden ve bizden başka herkes değişsin değil, kararlılık ve sabırla ben ve biz değiştik siz ne duruyorsunuz diyelim.Meselelerimizi gelişmeye açık, bilgece katılımcı zekâyla çözebiliriz.
Kentimiz, ailesinin mirasıyla doğmamış olanlar için bir fırsatlar kenti haline nasıl gelmelidir. İnisiyatif ve girişimcilik özgürlüğünden ötürü gelebilir. Mutlu olmak sadece paraya sahip olmakla sağlanmaz, başarı hazzıyla, yaratıcı çalışmaların heyecanıyla sağlanır.
İnsanın yaşadığı kent, sadece fiziksel ihtiyaçlara ve ticaretinin gereklerine cevap veren bir yer değil, aynı zamda güzellik ve bir arada yaşama arzusunun beslediği de bir yerdir. Vatanı, milleti, kutsal değerleri için bağışların en üstünü olan can bağışını bağışlamayı bilen Erzurumlu, bu bağışın yanı başında hiç ama hiç bağış sayılmayacak zihniyet değiştirmesini, eğitime maddi yardım bağışını çocuklarından, ailesinden, kentinden esirgeyemez, esirgememelidir.
Dün, azim ve kararlılıkla vatanımızı işgallerden kurtarma yiğitliğini, cesaretini gösterdiysek, bugün sıra eğitimsizliğimizle, yoksulluğumuzla, işsizliğimizle, sanatsızlığımızla, ticarethanemizin olmayışıyla mücadeleye geldi. Uluslararası yük taşıyan ve kentimizden gelip geçen yüzlerce hatta binlerce TIRın kaç tanesinin kentimizden dolup-boşaldığını düşünelim.
Ben Erzurumlunun vatana bağlılığı konusunda inatçı ve hafızasının kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Erzurumlunun bireyselliği takdire şayandır. Ancak daha takdire şayan olanı ise, maddi ve manevi güçlerini birleştirmesini bilmesi olacaktır.
Biz öğrenmenin, öğretmenin iyi bir şey olduğunu düşünüyorsak, dünyaya ilişkin bilginin ve bize sağladığı gücün başlı başına insanlık için bir değer olduğuna inanıyorsak; muzaffer bir zihniyet ve ruh değişikliği yapmalıyız. Bizi birbirimize bağlayan bağlar maddi olmaktan daha çok manevi bağlarımızdır. Ancak, ilim, sanat, felsefe, ekonomi, hukuk, din ve ahlak olmadan bu bağların yaşayamayacağını biliyoruz. Temelleri maddi refaha dayanmayan hiçbir ülke uzun süre ayakta kalamaz. Bu refah da tutumlu olmaya, iş yapacak enerji ve girişimcilik ruhunun bulunmasına, sanayi de çalışıp çabalamaya bağlıdır. Sadece maddi refaha bel bağlayan bir tek ulus yoktur. Çünkü manevi bağlar dünyaya ait en sağlam bağlardır.
Bugün insanlık ekonomik istikrarı sağlamaya çalışıyor. Biliyoruz ki, ekonomi sağlıklı değilse, ne siyasi istikrar ne de barış güvencesi olabilir. Yoksulluk, işsizlik, umutsuzluk ve kargaşa kapımızı çalar. Ve her gün de çalmaktadır. Bu durumda hepimiz milletçe meselenin derinliğini ve çözüm yollarını kavramalıyız.
İngilizleri zengin yapan dindarlık, ticaret ve hürriyettir.
Manevi buhranımıza neden yanlış tevekkül, sabretmeyecek şeye yapılan sabır ve ilahiyat temelli olmayan kaderciliktir. Bundan kurtulmanın yolu, akılcı eğitim verme, gözü kara girişimcilik teşviki, ustaca hesap kitap yapma yeteneğini geliştirmedir.
Yoksulluk, yolsuzluk, cehalet, hastalık ne komşumuz, ne yoldaşımız ne da alın yazımızdır. Bunların üstesinden gelmeliyiz.
Sevgiden ilham alan ve bilimle yönetilen iyi hayata giden yol, kısa ve zahmetsiz bir yol değildir. Biz biliyoruz ki, iyi bir hayat yaşamak için insanın iyi eğitim görmüş olması, sevmesi, çocukları olması, yokluktan ve ciddi kaygılardan uzak duracak yeterli bir geliri, iyi bir sıhhati ve severek çalışabileceği bir işinin olması gerekir. İyi hayat, ferdin tek başına yaşayacağı ve gerçekleştireceği bir hayat değil, iyi bir toplumda yaşanması gereken bir hayattır.
Ben büyük Erzurum’a inanıyorum, küçük Erzurum’a değil.
Atalarımız boşuna sanat altın bileziktir dememişler