HİKÂYE

Sınıfın başkanlığını yürüten Ahmet zil çalmadan kısa bir süre önce sınıfı sessizleştirmeye çalışırdı. Ne de olsa çocuk yaşta sayılacak öğretmen adayları oyun oynamaya, birbirleri ile şakalaşmaya devam ederlerdi. Onlara öğretmenin derse geleceği zamanı hatırlatmak önemliydi.

Coğrafya öğretmeni genel olarak onları çok etkilemiş olmalı ki çoğunlukla haritada ilçe bulma yarışı yaparlardı. Her ilçenin nerede ve hangi ile ait olduğu ile ilgili yarışmalar düzenlenirdi. Ülkemizin her yerini en ince ayrıntısına kadar öğrenmenin yollarından birsi buydu. Bu faaliyete devam ederken de giriş zili çalışını duymayabilirlerdi.

Yatılı eğitim en verimli eğitimdir. Bunu devletimiz yoksul halkımız için uygulamaktaydı. Dünyada yoksul çocuklarını bu derece eğitmeye çalışan başka bir devlet yoktur. Bunu bir ünlü tarihçiden dinlemiştim. Öğretmenlerimizin tamamına yakını anne baba gibi sorumluluk taşıyan muhteşem eğitimcilerdi. Ama bazıları daha farklıydı. Onlar bir hayat boyu unutulması imkânsız yıldızlardı. Yıldız dersek eksik kalabilir, onlar birer güneşti. Bu öğretmenlerden birisi de kuşkusuz Güven Yılmaz’dı.

Okulda eğitim etkinlikleri çok boyutluydu. Bu etkinlikler, imkânların dar olmasına bakılmaksızın devam ediyordu. Spor alanında, tarım, müzik hatta tiyatro alanında bile iyi işler yaparlardı. Örnek olarak Cevat Fehmi Başkut’un “Küçük Şehir” adlı piyesini oynamışlardı. Bu oyun zamanın Erzurum Valisinin beğenisini kazanmıştı. Piyes aylarca Erzurum’da seyirci rekoru kırmıştı. Bu tür etkinliklerin bir kısım öğretmenlerin amatör ruhla üstün gayretlerinden meydana geldiği de inkâr edilemez. Yine bir gün ders zili çalmadan sınıf başkanı sınıfı uyardı ve şöyle konuştu:

-Arkadaşlar, edebiyat derslerimize Güven Yılmaz gelecek. Ben programı gördüm. Susalım ve öğretmene ilk izlenimi kötü göstermeyelim.

Sınıfın kapısı açıldı. Güven Öğretmen içeri girdi. Anında ayağa kalktık “Günaydın çocuklar” diye bir gür ses çıktı ve “Oturun!” dedi. Güven öğretmen sınıftaki bazı öğrencileri tanıyordu. Bu öğrencilerden birisi de Çağrı Demir’di. “Çağrı sen bu sınıfta mıydın”, dedi. Çağrı çalışkan bir öğrenciydi. Çoğu kez seminer salonunda çalışırdı. Güven öğretmen nöbetçi olduğu zaman seminer salonundan yoklama alırdı. Çağrı, Güven öğretmenden çok bahsederdi. Çok mert ve yiğit bir hoca, Türkçe’yi çok iyi konuşuyor. Mert ve gür sesine bakmayın içerisi kadife kadar yumuşaktır. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı çok seviyor. Az saparsanız o yumuşak kadife ne oluyor biliyor musunuz? Demir çubuğa giydirilmiş kadife oluyor. O çubukla size vurmuyordu. Öyle bir âdeti yoktu. Çubuk size almanız gereken dersi, ses ve eleştiri olarak veriyordu. Zaman zaman “ Oğlum burası eğitim yuvası, burası Yavuz Selim İlköretmen Okulu, ayağınızı denk alın. Öğretmen olacaksınız” anlamında cümleler de kullanırdı.

O sene edebiyat derslerimize giriyordu. Neler yapacağını anlattıktan sonra bir ahlak konuşması yaptı. Etkili ses tonu sınıfı kendisine adeta odaklıyordu. Bunu bir örneklemek gerek diye düşünürseniz, sınıfımızdaki “Çift Dikiş Mehemet” örnek olabilirdi. Mehmet her sınıfı iki yıl okumak üzere kendisini ayarlayan bir arkadaştı. Bulunduğu sınıftaki ilk yılında tüm kitaplarını sıranın gözüne demir çivi ile çakardı. Hani ne olur, ne olmaz kitapları o sene açmasın diye bunu yapardı. Mehmet’in o yıl kitapları sıranın gözüne çakma yılıydı. Bu demek oluyordu ki, bu yıl ne hocaları dinleyecek, ne de kitap yüzü açmayacaktı. Ama Güven Öğretmen Çift Dikiş Mehmet’i de mıknatıs gibi çekmişti. Hocayı can kulağı ile dinliyordu. Özellikle Mehmet’e şaşırıyorduk.

Güven Öğretmeni dinleyip, hatta can kulağı ile izleyip mest olan birisi daha vardı. Yahya Akengin. Güven öğretmeni bir görüngü(fenomen) olarak algılıyordu. Derler ya “ağzı açık kalmış”. İşte Yahya da öyle izliyordu. Açık mavi gözleriyle, yarı kapalı kirpiklerin arasından bakışını Güven Öğretmene yöneltmişti. Yahya şair ve yazar olmaya çoktan karar vermişti. Şiirler yazıyor, yarışmalarda derece alıyor, bolca kitap okuyordu. Şiir okuması da muhteşemdi. Gözlerini hafifçe yumması onun duygusallık belirtisiydi. Hoş biçimli burnunu hafifçe kaldırır, kıvırcık saçlarını dikleştirir, ipek algısı veren sesiyle şiir okurdu. Güven Öğretmen bunu fark etmişti. Öğrencilere bir iş düşerse “Yahya kalk, Yahya git getir” sözlerini çok duyar olmuştuk.

Artık Güven Öğretmeni yakından tanımaya başlamıştık. Sınıf dışında bizi görünce “Ne haber lan hıyarağası!” dediği olurdu. Bu söz asla kırıcı değildi. Bir babanın evladının başını okşaması sırasında yaptığı şaka gibi algılanıyordu.

Güven Öğretmen hepimiz için bir görüngüydü. Hep onu konuşuyorduk. Öğretmenlerin hemen tamamının lakapları vardı. Matematik öğretmenine “Vud vud Kemal”, meslek dersleri öğretmenine “Kamala” lakabını takmıştılar. Aradık taradık olmadı. Güven öğretmene lakap bulamadık. Güven Öğretmenin alaya alınacak bir yanı yoktu. Taklidi yapılacak doğal sapmaları hiç yoktu. Sınıfta bir komite kuruldu. İyi bir lakap bulunacaktı. İsmi Güven’di. Bu Güven sözcüğünün anlamına yakın anlamı olan bir başka yabancı lakapla çağıralım dedik. İki kişi görevlendirdik. Kütüphaneye gidecekler ve Güven sözcüğüne yakın anlamda bir lakap olacak sözcükler bulacaklardı. Güven’in Arapçası “itimat”tı. İtimattan hareketle Arapça Türkçe, Türkçe Arapça sözlüklerden on kadar sözcük getirdiler. Olmadı. İsim nitelemesi şeklinde denedik olmadı. Güven öğretmenin fiziği düzgün, dili düzgün, giyimi çok düzgün, ne diyelim. Vazgeçtik. Ancak sonra öğrendik ki lakap, araştırma ile bulunmaz. Öğretmen konuşurken çok kullandığı sözcükten, yanlış telaffuz gibi konulardan lakap kendiliğinden çıkarmış. Güven öğretmen meşale sözünü çok kullanırdı. Örneğin Celal Türkyılmaz “ucucu” sözcüğünü çok söylerdi. Aslı ise “uçucu”ydu. Bu yönden “ucucu” Celal çok iyi tutmuştu. Meşale Güven dedik ama gene de tutmadı. Çünkü zaten Güven Öretmen bir eğitim meşalesiydi. Yani olumlanma için kullanılan sözden lakap olmuyordu. “Hıyarağası” argosundan türetebilirdik. Ancak Güven öğretmen hem kızar hem de üzülürdü. O lakabı unutun diye ilan ettik.

Güven Öğretmen fizik olarak da yakışıklıydı. Uzuna yakın boyu ile tam bir dadaş delikanlısı. Bazı eğlence gecelerinde Erzurum Barları oynanırdı. Güven Öğretmen Barı çok severdi. Ata barı, Delloy, Baş bar, Hoşbilezik, Temirağa adlı oyunları profesyonelce oynardı. Ancak Hançer ve Köroğlu barlarını büyük bir şevkle ve üstün yetenekle adeta yaratırdı. Çıta gibi dik durur, köstekli zincirler omuzdan çapraz olarak geçer, metalik bir ziya yansıması ortama yayılırdı. Dimdik dadaşlar, birlikte eğilip birlikte dikleşirlerdi. Ritimli ayak çarpmaları görmeğe ve duymağa değerdi. Davul çalar, zurna sesi salona şimşek gibi yayılır, gürültüler adeta şarkı makamına dönüşürdü.

Güven Öğretmen’in Divan Şiirlerini yorumlaması dillere destan olmuştu. Hele Erzurum’lu Şair Nef’i onun yorumuyla tekrar yaşar gibiydi. Müftünün ”Nef’iyi dinsiz” olarak gösterdiği şiirine karşı yazılan muhteşem hiciv, tarih yazmıştır. Şiirin dört dizesi şöyledir:

Bana kâfir demiş müftü efendi,

Tutalım ben diyem ona muselman,

Vardıkta yarın Ruz-i Cezaya,

İkimiz de çıkarız onda yalan.

Güven Öğretmen bir başka dörtlüğü de çoğumuzun tasavvurundaki Yunus emre gibi okurdu.

Nef’inin karşısında bir diğer “talihsiz” de Tahir Efendi adlı din adamı olmuş. Tahir Efendiyi yerin dibine sokan hiciv şöyle:

Bize kelb(köpek) demiş Tahir Efendi,

İltifatı bu söz ile zahirdir.

Malikidir benim mezhebim zira

İtikadımca kelb Tahir’dir.

Güven Öğretmen, bu şiirleri günümüz Türkçesi ile izah ettikten sonra sınıfa baktı. Göz gezdirirken edebiyatta rüştünü ispat emiş olan Yahya Akengin üzerinde durdu. Yahya zaten öğretmeni can kulağı ile dinleyen ve en derin anlamını bile kaçırmayan bir öğrenciydi. İlk ve ikinci kıtayı açıkladı. Kısa ve özlü bir açıklama oldu. Açıklama dedikse önemli bir yorum oldu demek gerekiyor. Bu dizelerdeki hiciv sınıfa anlatıldı. Güven Bey bu dörtlükler için bir de Çağrı’yı kaldırdı. “Seminer salonunda çokça fen çalıştığını görüyorum. Bakalım bunları anladın mı?” dedi. Oysa Çağrı ders konusunu önceden bildiği için Yahya ile birlikte çalışmışlardı. Çağrı da bazen fen alanlarında Yahya’ya yardım ediyordu. Çağrı kısa kesti. İlk dörtlükte özetle “Kâfir ben değil, sensin, diyor”, dedi. Ama bunu öyle bir ince sanatla söylüyor ki içinizde zor ulaşılır bir gülme isteği doğuyor. Adeta adamı yere serip üzerinde yürüyor gibi bir durum. Kendisi de hiçbir şey olmamış gibi gülerek ileriye bakıyor. İkinci dörtlükte de: Kısaca “Köpek ben değil, sensin” diyor. Tahirin Türkçesi olan temiz anlamını ve köpeğin bir İslam mezhebinde temiz ve abdest bozmaz anlamını kullanarak “köpek temizdir” yerine insanı kast edip“Köpek Tahir’dir” anlamını kullanıyor. Burada da zihinleri gevşetecek bir gülme krizine sebep oluyor. İşin şu gerçeği daha da önemli, dört yüz yıldır insanlar bu dizelere gülüyor. Daha binlerce yıl gülecek gibi görünüyor. Bu da Nef’inin çok büyük bir sanatçı olduğunu gösteriyor.

Güven Öğretmen’in bu açıklamaları beğenip beğenmediği yüzünden anlaşılamıyordu. Kendisi başını hafifçe kaldırdı. Yorumlamaya başladı. Giderek sesi daha ritimli hale geliyordu. Öğrenciler öylesine etkilenmişti ki nerdeyse Kadiri zikirlerindeki gibi cazibeye kapılacak, huu!! ,çekeceklerdi. Genel olarak sınıfın bazı öğrencileri tembel olur, öğretmen tahtada ders anlatırken arkalarda boş işlerle meşgul olurdu. Ama Güven Öğretmen şiir tahlilleri yapınca bu gibi boş işlerle uğraşan öğrenci kalmazdı. Hatta “Çift Dikiş Mehmet” bile derse özlemle katılırdı.

Fuzuli, Nedim, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Erzurumlu Emrah ve cumhuriyet devrinden pek çok romancı ve şairden bahsetmişti. Onun eleğinden geçmeyen Türk şair ve yazarı yok gibiydi. İstiklal Marşımızın dışında en etkili olan dizeler, dörtlükler ve bütün şiirler de vardır. Ama serbest vezinle yazılmış şiirde Orhan Veli’nin Anlatamıyorum adlı şiiri kadar içimizi dolduran bir şiire az rastlanır. Güven Bey o şiiri hakkı ile yorumlamıştı. Burada son dört dizesini yazmadan geçemeyiz:

Bir yer var, biliyorum.

Her şeyi söylemek mümkün,

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum,

Anlatamıyorum.

Belki tuhaf gelir ama ben Allah inancımı bu dörtlükle pekiştirdim. “Ona yaklaşıyorum, onu pek çok olayda duyuyorum. Ama anlatamıyorum”. Güven Öğretmenin edebi yorumundan sonra Yahya ile Çağrı bu konuyu tartıştılar. Sonuçta benim bu “inanç pekiştirme” düşüncemi çok önemli buldular.

Güven öğretmen sevimli tarih öğretmenimiz ile nişanlandı diye bir söylenti çıktı. Tarih öğretmenimiz Nurten Ünsal, tarihi canlandırarak anlatırdı. Elleriyle hareketler yapar, bazen önümüzdeki sıra üzerine takılır, sıra kenarında otururdu. Sesinde bir anne şefkati vardı. Hepimiz sevmiştik. “Açıkgöz” diye nitelenen Orhan Kurt ona “Evlenecek misiniz, öğretmenim?”, dedi. Öğretmen kızmadı. Gülerek “Orhan, sen kendi işine bak, ders çalış”, diye cevap verdi. Nurten öğretmenin ilk zamanlar öğrencilere çok sayıda Yunan tanrısı ismi öğrettiği halen aklımızdadır. Ancak sonradan bu uygulamayı bırakmıştı. Kısa süre sonra Güven Yılmaz ile evlendiler. Artık Nurten Öğretmenimiz Nurten Yılmaz olmuştu. Öğretmenlerimiz çok daha olgunlaşmış, şefkatleri artmıştı. Bizim bazılarımız çok küçüktü. Bazıları da yaşından da küçük görünüyordu. Özelikle onların başını okşar, şaka yaparlardı.

Güz aylarından birinde oldukça ılıman bir gündü. Güven Öğretmen bir müjde ile geldi.

-Çocuklar, Aşık Veysel geliyor. Size bahsetmiştim. Şimdi bizzat kendisi iki gün misafirimiz olacak.

Sınıf birden dikkat kesildi. Şiirlerini okuduğumuz şair okula geliyordu. Sevindik. O zamanlarda devletin ekonomik gücü yeterli değildi. Yemekhanemizi yemeklerden sonra temizleyip, konferans verilecek, eğlence tertip edilecek duruma getiriyorduk. Yemekhane nöbetleri ve nöbetçi öğrencileri vardı. Temizliği onlar yapardı. Bir de İhsan Usta vardı, aşçıbaşımızdı. Üst sınıflardan birisi de yemekhanenin öğrenci başkanı olurdu. O gün yemekhane başkanı Çağrı Demir’di. Ön tarafta genişçe bir sahne vardı. Yedi yüzden çok öğrenci salona geldi. Tüm öğretmenler oradaydı. Teşrifat ve sahne yönetimi Güven Bey’e verilmişti. Başında gazetelerden gördüğümüz fötr şapkası, mütevazı köylü kıyafeti ile Güven Bey ile yaklaşık aynı boyda bir şahsiyet sahne merdivenlerinden sahneye çıkarıldı. Gözleri görmeyen, ama gönlü ile bizim göremediklerimizi gören Aşık Veysel buydu. Yerine oturtulup sazı eline verildi.

Büyük ozan “Senlik Benlik Nedir Bırak” şiirinden başladı. Sesi alışılmış seslere benzemezdi. Pastoral bir hava ile sentezlenmiş halk şiiri demek daha doğru olur. Sazın sesi salonu doldururken çoban sesi ile geleneksel aşık sesi ortalaması gibi yanık türküler salonu ısıtıyordu. Ozan esprili şiirlerine de başvurarak salonu canlı tutmak istiyordu. Kara Toprak şiirindeki “Benim sadık yârim” sevecenliği ile “Uzun ince bir yoldayım” gibi o zamanlar toplumun her kesiminin henüz bilmediği şiirler çoğumuzca yeni duyuluyordu ve büyülenmiştik. Ozan bir otel macerasını “Cüzdan Cepte Para Yok” nakartıyla anlatıyor, hem hiciv yapıyor hem de toplumdaki hırsızlık illetini yeriyordu. Onun asırlık sazı gece yarılarına kadar bülbül kesilmişti. Konserin bittiğini Güven Öğretmen duyurdu. Büyük bir neşe ve duygu yükü ile yatakhanelerin yolunu tuttuk.

Okulumuz bir eğitim yuvası olma özelliğini çok aşan bir kurumdu. Öğretmen yetiştiriyordu. Hatta öğretmen yetiştirmeyi aşan yanları da vardı. Çok sayıda bilim insanı, yazar ve eğitim yöneticisi de yetiştiriyordu. O dönemde uygulama okullarımız vardı. Köy okullarında her öğretmen adayı ders verir, eğitim uygulaması yapardı. Meslek dersleri öğretmenleri bu etkinlikleri denetlerdi. Kısaca ifade edilirse tam idealist cumhuriyet öğretmeni yetişen yerlerdi.

Belki de en önemli uygulamalardan birisi demokrasi uygulamasıydı. Okulda devlet yönetiminin yanında bir de öğrenci yönetimi vardı. Yılda bir kere demokratik seçim düzenlenirdi. Seçim takvimini okulun devlet yönetimi belirlerdi. Gruplar kurulur, seçim yürütücüsü öğretmen tarafından tanıtım toplantıları yapılırdı. O zaman ülkemizde de azımsanmayacak derecede demokrasi vardı. Okulda onu aynen uygular, bir öğrenci başkanı ve yönetim kurulu seçerdik. Okul yönetimi, bazı öğretmenler kurulu toplantılarına öğrenci başkanını çağırırdı. Bu bir çocuk oyuncağı değil, demokrasi eğitimiydi.

İnsan için zamanın tükenişi kum saatine benzer. Bir zaman gelir ki bulunduğunuz yuvadan uçar, daha ileri bir kademeye yolcu olursunuz. Bizim okulumuz da bunun dışında değildi. Bazı arkadaşlarımız yüksek öğretmen okullarına girmeye hak kazanmıştı. Artık onlar gidiciydiler. Çoğunluğu oluşturan diğer arkadaşlar bir yıl daha okuyup ilkokul öğretmeni olacaklardı.

Ayrılmaları doğal olmadığı hissi veren arkadaşlar bile ayrılacaktı. Çağrı ile Yahya nasıl ayrılacaklardı? Bir bütünmüş gibi duran Çağrı ve Hüseyin ayrılabilecek miydi? Ama yaşam ileriye doğu akan, geriye doğru dönmesi mümkün olmayan ilahi yasadır, doğal evrimdir.

Yüksek Öğretmene gidecekler hem öğretmenleri, hem de arkadaşları ile vedalaşıyordu. Ayrılma vaktiydi. Bir cumartesi günü okulun yakınındaki kasabadan geçen Doğu Ekspresi durma düdüğünü çaldı. El sallamalarla, akan gözyaşları ile gelen bu ayrılık, gideni de kalanı da büyük hüzne boğdu. Ankara’ya doğru giden tren kalkış düdüğünü de çaldı. Ardından tren rayları üzerinde “tak tuk” sesleri sıklaştı. Arkaya doğru bakınca demir yolu sanki daralıyordu. Daha uzaklarda ise raylar adeta birleşiyordu. Bu, bir dönemin tükenmesi demekti. Artık hüzünleri zamana havale edip yeni bir dünya yaratmaktan başka bir şey yapamazdık. Ilıca’ya, Erzurum’a “hoşça kal” demek ne de zormuş.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.