Elini siper ederek etrafına bakındı. Karayı göremeyince, sinsice sokulan korku birden gelip içine yerleşti. Mavi sandalında ayağa kalktı, karanın gözlerine ilişmesi için bir de öyle baktı. Yüreğindeki korkusuyla yavaşça oturdu. Oltasının ucuna hiç balık takılmadığını bildiği halde küçük kovanın içine göz attı. Kürekleri sıkıca kavrayıp, çekmeye başladı. Biran önce dönmek istiyordu. Güneş, bir alev topu gibi yavaş yavaş denize gömülüyordu. Bu muhteşem görüntünün ardından bir felaketin geleceğini düşündü. Bütün gücünü kullanarak kürek çekmeye devam etti. Deniz birden fokurdamaya başladı. Sol elindeki kürek öylesine ağırlaştı ki; değil çekmek, kıpırdatmak bile mümkün değildi. Eğilip sandalın kenarına baktı. Üç yaşlarında bir çocuk küreğe sıkıca yapışmıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Diğer küreğin de ağırlaştığını anlayınca o yana döndü. Beş yaşlarında bir çocuk sandala çıkmak için çabalıyordu. Önce küçük çocuğu çekti sandala, sonra diğerine yardım etti. Çıplak çocukların küçüğü kız, büyük olanı da erkekti. Ağlamadan ve hiç ses çıkarmadan öylece bakıyorlardı. Bir şeyler söylemek istedi, sesi çıkmadı. Fokurdayan denize bakınca, kalbi duracak gibi oldu. Nefesi gitti. Denizin yüzü çocuk kaynıyordu. Sandalına aldığı çocuklara baktı. Kız çocuğunun mavi olan gözleri kahverengiye dönüştü, yüzü değişti. Bu kendi kızı Nazlı idi.. Ne olduğunu anlamaya çalıştı, olmadı. Beyni durmuştu sanki. Kızına doğru uzanmak istedi, yapamadı. Gözü oğlan çocuğuna ilişti. İşte, bu da oğluydu. Sandal beşik gibi sallanmaya başladı. Çocukları tutmak, onlara sarılmak için yerinden kalkmaya yeltendi. Denizden dev gibi, insana benzeyen bir yaratık çıktı. Öyle çirkindi ki yüzüne bakmak bile imkânsızdı. Yaratık, denizden çocukları toplayıp, bir balık gibi kafasını kopardıktan sonra tekrar dalgaların arasına savuruyordu. Sandal devrildi. Boğulmamak için çırpınırken gözü çocuklarındaydı. Yaratık, kızını tuttu; diğer çocuklara yaptığı gibi vücudunu koltuğunun altına sıkıştırıp diğer eliyle başını kavradı.

“Yavrum… Nazlı’m,” diye haykırdı.

Kızarmış ekmeğin kokusuyla uyandı. Ter içinde kalmıştı. Hemen yer yatağında yatan iki çocuğuna baktı. İki meleği de uykudaydı. Onlar, bu küçük gecekondunun saksılarında yetişen kırılgan çiçekleri gibiydiler. Odun sobasında çıtırdayan ateşin sesi hiç bu kadar güzel gelmemişti. Kalktı, aceleyle tıraşını oldu, karısının tepsi içinde hazırladığı kahvaltıdan bir iki lokma aldı, çayını yudumlayıp, yola koyuldu.

Adı Sali… Aslında Salih idi; ama devletin nüfus memuru son harfini rüşvet olarak almış olmalıydı ki adı resmiyette de cemiyette de Sali olarak kalmıştı.

Altı yıldır aynı yolu arşınlıyor ve aynı fabrikada çalışıyordu. Evden çıktıktan tam kırk beş dakika sonra fabrikanın kapısından içeri girerdi. Yürüyerek gidip geldiğinden asfalta inen bu toprak yolun çamuruna da tozuna da alışmıştı.

Doğuluydu. Doğuda doğmuş, kendi köyünde büyümüş, kendi köyünün Cemo’suna tutulmuştu. On dokuzunda sevdasını düğünledikten sonra askere gitmişti. Teskeresini alır almaz önce köyüne koşmuştu, sonra da karısıyla birlikte birkaç parça eşyayla, pılı pırtılarını toplayarak Ankara’ya konmuşlar; yapışmışlardı Başkent’in eteklerine. Öyle ya, koskoca devlet, koskoca başkent, elbet askerliğinde silahıyla uyuyan, kurşunlarla konuşan birine sahip çıkardı.

Çalmadığı kapı, dalmadığı daire kalmadı; ama olmadı. Sonra bir hemşerisinin sayesinde, yaklaşık yüz kişinin çalıştığı çelik döküm fabrikasında meydancılığa başladı. Aynı yıl oğlu oldu, iki yıl aradan sonra da kızı.

Bir dakika boş durduğunu kimse görmemiştir onun. Elindeki çalı süpürgesiyle, koca fabrikanın koca alanını pırıl pırıl yapardı. Yerde bulduğu küçük demir parçalarını cebinde biriktirir, üşenmeyerek gidip fabrikanın arkasındaki hurdalığa bırakırdı. Bir kez, “Salii,” diye seslenene on Sali olur koşardı. Ateş tuğlalarını altın külçeleri gibi istifler, fırsat buldukça potadan kalıplara su gibi akan ateşi seyrederdi. Kısa zamanda o keskin bakışları gitmiş, o dağ gibi adam gün geçtikçe küçük bir tepeye dönüşmüştü. Amacı iyi bir yaşam değil, sadece kimseye muhtaç olmadan ve onuruna leke kondurmadan yaşamaktı.

Her zamanki gibi herkesten önce girdi fabrikanın kapısından, iş elbiselerini giyindi ve koyuldu işine. O gün öğle paydosunda herkesin yüzü asıktı. Yemekhanede önce kulaktan kulağa yayılan söylenti, ardından yüksek sesle konuşulmaya başlandı… Fabrika kapanacaktı…

Bu söylentinin artık yüksek sesle dillenmesinden ve hatta işçiler arasındaki tartışmalara dönüşmesinden sonra, sadece Sali’nin değil, herkesin uykuları kâbusa dönüştü. Sali, önceden gördüğü o korkunç rüyayı bir türlü aklından çıkaramıyordu. Belliydi artık, bir şeyler olacaktı. Her işçi her fırsatta sendika temsilcisinin ağzına bakıyordu. Sendikacılar fabrikaya gelip gitmeye başladı. Fazla değil, on beş gün sonra yemekhanede toplanmaları anons edildi. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan Sali de konuşulanlara kulak kabartır olmuştu. Her konuşmadan kendine göre bir şeyler çıkarıyordu, anlamadığı her kelime beyninde birikiyordu.

“Arkadaşlar, burada toplanmamızın nedenini sanıyorum tahmin ediyorsunuz. Amerika’nın ve Avrupa’nın halini takip ettiğiniz gibi, ülkemizdeki zor durumu da anlamışsınızdır; dış mihraklar bizleri bu hallere düşürdü.. “

Yönetim Kurulu Başkanı sıfatıyla patron Kemal Bey, işte bu sözlerle başladı konuşmasına. Yüzleri kireçten yüz heykel oturuyordu yemekhanede.

“… Ve sizleri en az altı ay ücretsiz izine çıkarma kararını aldık…” Bu son cümleye kadar nelerin söylendiğine kimse aldırış etmedi.

Sendika temsilcisinin sesi duyuldu.

“Tamam da Kemal Bey, bu insanlar bu sürede ne yiyip ne içecekler; kiralarını, borçlarını nasıl ödeyecekler?”

Patron, iki elini yana açarak;

“Ben ne yapabilirim?”

Sali, zonklayan başını iki elinin arasına aldı. Kulakları uğuldamaya başladı. Gözlerini ateş bastı.

“İtalya’daki villanı satabilirsin… Duyduk ki geçen yıl orda bir villa almışsın Kemal Bey!”

Yükselmekte olan mırıldanmalar bu sözlerle birden kesildi, herkes bu sesin sahibine döndü.

Sali ayaktaydı. Gözlerini patrona dikmiş gelecek sözü bekliyordu. Beklenmedik bir haykırışla geldi.

“Sen kimsin, benim malımın ortağı mısın, yoksa sermaye düşmanı vatan hainlerinden misin?”

Sali iki elini iki yanına yapıştırdı. Askerliğinde komutanlarına tekmil verdiği gibi net ve bağırarak yanıtladı.

“Ben Sali Kara… Meydancı Sali… Bir yıl dağlarda sizler için savaştım, altı yıldır da bu cephede ekmeğim için savaşıyorum!..”

Herkes ayaklandı, her ağız bir şeyler söylüyordu. Sesten oluşan gürültü duvarlarda yankılandıkça çoğalıyordu.

Sali haklı… Biz ne yapacağız!.. Allah yardımcımız olsun!.. Kazanırken iyi de… Hep bizim başımıza mı patlayacak! Amerika’dan bize ne!.. Global ne demek yahu?.. Vallahi ev sahibim dışarı atar… Zaten zor doyuruyoruz çoluğu çocuğu… Bizim yerimize düşük ücretle adam alacak bu!.. Yüz kişinin bir yıllık maaşını bir villaya yatırmış!.. Bakkal Hasan vurur beni!.. Bunlar iyi gün patronu!..

Bu ve buna benzer konuşmalar birbirine karıştı.

Aradan üç gün geçmişti. Sali, gecenin ayazında elindeki ekmeği kemirerek çamurların içinden asfalta indi. Karla karışık yağmur taneleri yüzüne vurdukça o da hızlandı. Nefes nefese fabrikanın önüne geldi. Arkadaşları büyük bir ateş yakmış etrafında bekleşiyorlardı. Kocaman harflerle yazılı “direneceğiz” pankartı hemen göze çarpıyordu. Türküleri bağıran kaseti susturdu. Cebinden çıkardığı başka bir kaseti koydu. Sesini sonuna kadar açtı. Gecenin içine davullu zurnalı oyun havaları yayıldı. Sali, ateşin yanına doğru yürüdü. Önce kollarını kartal kanatları gibi açtı. Koca bir dağken küçük bir tepeye benzeyen Sali, yine dağa dönüşmüştü; uçurumları, sarp kayalıkları olan bir dağa benziyordu şimdi. Sessiz ve sinik adam gitmiş, yerine savaş meydanında düşman üzerine yürüyen bir kahraman gelmişti. Kanatlarını biraz daha açtı, tek ayağının üzerinde üç kez zıpladı. Müziğin ritmine uygun olarak yavaş yavaş yere çöktü. Başını öne eğip davul tokmağının gümbürdemesini bekledi. O tok sesle birden doğruldu, başını yukarı çevirdi, gözlerini gökyüzünün karanlığına dikti. Cebinden çıkardığı mendili sol eline aldı, kolunu havaya kaldırdı, sağ elini beline koydu. Olanca gücüyle haykırdı.

“Heyy, heyy!..”

Ve başladı oynamaya. Garip bir oyundu bu. Kimsenin bilmediği, kimsenin görmediği figürlerle bir ayin dansı gibi dönüp duruyordu. Arkadaşlarından da katılmak isteyen oldu; ama ayak uyduramadılar. Başını sertçe bir o yana, bir bu yana çevirerek alnında biriken teri ateşe doğru savuruyordu. Nefes nefeseydi; ama durmaya hiç niyeti yoktu. O şimdi fokurdayan bir denizde dev gibi bir yaratıkla yılmadan savaşıyordu. Sadece kendi çocukları için değil, o yaratığın eline aldığı her çocuğu kurtarma kavgasıydı bu.

Karısıyla iki çocuğu da peşi sıra gelmişti. Nazlı kızı, elindeki katlanmış çarşafla babasına doğru ürkek adımlarla yürüdü. Sali, kızını görünce durdu. Elindeki çarşafı aldı, arkadaşlarına fırlattı. Çarşafı demir parmaklıklara gerdiler. Sali, dün gece kömür isiyle ak çarşafa yazdığı kara yazıya bakıp gülümsedi.

“EMEĞİMİZ SERMAYEMİZ, EKMEĞİMİZ ONURUMUZDUR!”

Ve oynamaya devam etti.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.