Fethiye’de Birkaç Gün

Uzun ve yorucu bir çalışmanın içinde bulunduğumuz kışın ardından, Ramazan orucunu da tuttuktan sonra, biraz dinlenmeyi hak ettik. Bunun doğal sonucunun da tatil olduğu, malumu ilandan başka bir şey değildir. Teyzemin oğlunun yıllardır Fethiye’ye gelin çağrısına bu kez kulak vererek Erzurum’dan çıktık yola.
İlk durağımız olan Konya’nın Çumra ilçesinin şirin köyü Güvercinlik’te mola verdik. Yılmaz Bey ve ailesinin samimi ev sahipliği, geceyi orada geçirmemizi sağladı. Türk halkı, o güzel hasletlerinden hiçbir şey kaybetmemiş. Mükellef bir sofrada akşam yemeğimizi yedikten sonra aynı mükelleflikte sabah kahvaltımızı da yaptık. Domates, bahçe biberi gibi yeşillikler en doğal halleriyle sofrada bulunuyordu. Kendilerinin ürettiği undan yapılan tandır ekmeğinin lezzetine kimse laf edemezdi. Daha sabah sağılmış sütün lezzeti, hakiki çiçek balı, Yılmaz Bey’in eşinin yaptığı tereyağı ve krema, yıllardır unuttuğumuz tatları tekrar hatırlamamızı sağladı.
Bu sıcak misafirperverliğin ardından vedalaştıktan sonra akşam saatlerinde Fethiye’ye ulaştık. Teyzemin oğlu olan kardeşim Yusuf’un kılavuzluğunda, kalacağımız Ölü Deniz mevkiindeki Sultan Motel’e ulaştık. Motelin bulunduğu yer, Fethiye sahili ve şehir merkezinden oldukça yukarıda bulunan bir tepe üzerinde inşa edildiği için sahilin ikliminden farklı olarak Erzurum’u aratmayan serin bir yapıya sahip; geceleri klimasız bir şekilde uyunabiliyor.  Halbuki bahsettiğim tepenin biraz aşağısı, Erzurum tabiriyle başta beyin kaynatacak kadar sıcak bir iklime sahip. Gecelerinin serinliğinden dolayı olsa gerek Fethiye’deki bütün eğlence yerleri bu tepenin üzerinde bulunuyor. Kısacası Fethiye içinde oturanlar da akşam saatlerinden itibaren Ovacık mahallesine akın ediyorlar.
Sakin ve huzurlu bir uykunun ardından ertesi gün kardeşim Yusuf’un mihmandarlığında Fethiye turu yaptık. Fethiye, Ege sahillerinin en güzel ve büyük ilçelerinden biri. Ölü Deniz’i hep TV’lerde görür ve ne güzel yermiş diye iç geçirirdik. Bu kez aynelyakin olarak görme şansını yakaladık. Gerçekten de güzel bir yeryüzü cenneti. Deniz, bu koyda adeta sudan meydana gelmiş bir çarşaf gibi.
Cumartesi günü Antalya’dan gelen yakınlarımız Dilaver Bey ailesinin de katılımıyla birlikte önce Ölü Deniz plajında serinledikten sonra yine kardeşim Yusuf Bey’in kılavuzluğunda Saklı Kent’e doğru yola çıktık. Antalya istikametinde 45 km mesafede bulunan Saklı Kent’e ulaşınca adının niçin böyle olduğunu anladık. Kayaların arasında gizlenmiş cennet gibi bir yer burası. Belli bir ücret karşılığında gezilen kanyona girip ilerledik ve az ileri doğru gidince, Saklı Cennet’in bağrında gür bir şekilde akan nehrin kaynağına ulaştık. Meğer o gür nehir, kanyonun yerle birleştiği kayaların dibinden fışkıran coşkun gözelerden çıkan suların birleşmesiyle oluşmuş. İşte o coşkun gözelerden fışkıran sular, elli metre mesafede bacakları fazla aşmayan bir gölcük oluşturuyor. Ama gölcüğe doğru şiddetle akan göze suları insanın dengesini bozacak derecede gür aktığı için gölden karşıya geçebilmek, karşıdan karşıya bağlanmış iki halattan sıkıca tutarak ilerlemeye bağlı. Ama bu suya alışabilmek de ayrı bir marifet ve dayanıklılık istiyor; çünkü su, tıpkı Erzurum’daki Umudum Baba’dan çıkan su gibi çok soğuk. Bir dakika sonra eliniz ayağınız soğuktan donuyor ve adeta hissedilmez hale geliyor. Kayaların arasında çok dikkatli bir şekilde ilerleyerek halata ulaşabiliyorsunuz, dönerken de yine aynı şekilde geri geliyorsunuz. Ayağınız tökezleyip düşebilirsiniz.
Suya girenlerden öğrendiğime göre beş altı km boyunca kanyon dar bir şekilde devam ediyor ve ilerde bir şelaleye ulaşılıyormuş. Kanyondan ayrıldıktan sonra buradan çıkan gözelerin oluşturduğu nehrin üzerine kurulmuş olan tesislerde karnımızı doyurduk. İşte o zaman birkaç yıl önce Alanya’nın yaylalarından akan Dim Çayı üzerine kurulmuş lokantaları hatırladım. Demek ki istenince neler yapılırmış neler. Erzurum’da böyle tesislerin yapılmayışına yanıp dururum. Hiçbir girişimci bunları düşünmez mi? Buralarda gözleme yapıp satanlar para kazanıyor da sözgelimi lor dolması, tandır ketesi, su böreği, gözlemeden daha mı az değerli gıdalardır?
Pazar günü, önceden kararlaştırdığımız gibi Fethiye limanından yola çıkan gezi teknesiyle Muğla ilimizin kıyı ilçelerindeki koyları ve yine Muğla’ya bağlı 12 küçük adayı kapsayan deniz turuna katıldık. Koylara ulaştıkça duran teknedeki yolcular, denize dalıp yüzdüler. Nihayet Yassı Ada da denilen küçük bir ada olan Kaşık Adası’nda durup da “burada deniz oldukça sığ, yüzme bilmeyenler de girebilir” diye bir anons yapılınca benim de gözlerim ışıldadı. Demek ki ben de açık denizde yüzmenin keyfini alabilecektim. Teknemiz durdu. Derhal hazırlıklarımızı yapıp denize girdik. Erzurum’dan gelip Muğla’nın on iki adalarını fethedip Fethiye adına uygun bir iş yapmış olduk. Bir saat boyunca deniz keyfi çıkarıp verilen işaretle birlikte tekneye döndük.
Sabah tekne turuna başladığımızda hemen arkamızda bulunan iki ailenin küçük çocukları olan Yiğit, oğlum Melih ve kızım Merve ile sıkı bir dostluk kurdular. İki yaşındaki Yiğit, oğlumun kucağında uyuyarak yolculuğa başladı ve uzun süre öyle seyahat etti. Eşimin uzattığı minik şekerleri çok seven Yiğit, böylece eşimin de arkadaşı oldu. Bir zaman sonra diğer küçük çocuk Yağmur da Yiğit’e katıldı. Yanımızdaki masada oturan bir başka ailenin tonton çocuğu Ali Kerem de bu muhabbete katılınca oldukça neşeli bir yolculuk yaptık. Ali Kerem’in sürekli bir şeyler yemesi, iyi yemek yiyen bir insanın iki insan olmasa da bakımlı iyi bir insan olacağı gerçeğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Teknede yediğimiz yemek oldukça lezzetli, içtiğimiz çaylar da fevkalade hoştu. Grand Barış adını taşıyan teknenin kafeteryasının tavanında asılı olan kurutulmuş dikenli balığın Deniz Balonu olduğunu öğrenince de yeni bir balık türü görmüş olmanın farkını yaşamış oldum.
Fethiye’ye dönmeden önceki son durağımız Kızıl Ada denilen büyücek bir adaydı ve adada bolca tavşan bulunduğunu öğrenen yolcular, kıyıya halatını atıp park eden tekneden adaya çıkıp tavşanları görmenin heyecanına kapıldılar.
Dikkatimi çeken bir şey de şu oldu. Eskiden en lüks teknenin bile etrafına, çarpmaları elimine etmek için oto lastiği asılırken, şimdiki gördüğüm tüm teknelerin etrafında özel balonlar vardı.
Bütün bunları anlatırken aklıma yine Erzurum geldi. Kış memleketinde yaşayanlar için deniz bu kadar cazipken, deniz memleketlerinde yaşayanlar için kış memleketleri niçin cazip hale getirilemiyordu. Demek istediğim bizler yaz aylarında kalkıp sıcağın en üst düzeyde olduğu otuz-kırk derecelik sıcağa gidiyoruz da kış aylarında Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki insanlarımız neden bir kış memleketi olan Erzurum’a gelmezler?
Sebebi çok basit. Erzurum’da yeteri kadar tesis yok. Oteller az olduğu gibi Erzurum’da henüz günü birlik için gelenlere hizmet verecek apart tarzı konaklama yerleri hiç yok. Palandöken’de bir iki otel tesisi dışında ne bir et lokantası ne bir yöresel yemek yapan tesis var. Kanaatim bütün bunların bir an önce müteşebbisler tarafından değerlendirilerek Erzurum’a da bazı yatırımlar yapılması gerektiği yolundadır. Bunlar nasıl yapılır? sorusunun cevabı da buralara gelinip gözlemlenmesi şeklinde olmalıdır.
Sabah saat 10.30’da başlayan deniz turumuz, akşam saat 18’de tamamlandığında herkesin yüzünde mutlu bir gülümseme görmek hiç de garipsenmeyecek bir durumdu. Gezimiz çok neşeli ve huzurlu geçmişti.