DOĞUTÜRK
2010-12-06 06:32:13

Şehri Yazmaya Devam Etmek...

İsmail BİNGÖL

bingolismail@gmail.com 06 Aralık 2010, 06:32

Erzurum’da bağ olur mu ?
Kara üzüm “ak” olur mu ?
Küçük yaşta, yetim kalan;
Yüreğinde, yağ olur mu ?
 
 
Şehri yazmaya devam ediyoruz. Çarşısını, caddesini, sokağını, türküsünü, insanını... Bu gidişle, bu yazış daha devam edecek gibi. Şehirdekileri kayıt altına alma, yazı konusu yapma işinde, mekân ve insan unsurunu dengeli bir şekilde anlatmaya gayret ediyoruz. Fakat, bazı dostlarımızın da vurguladığı ve Tanpınar’ın da işaret ettiği gibi, bu şehrin aslî unsuru olan insan faktörü ve bu faktördeki değişimler, son yıllarda daha da ön plana çıkmaktadır. Bu değişim; bir gelişme olarak mı, yoksa aşınma şeklinde mi değerlendirilmeli diye düşünmenin, sanırız zamanı geldi de geçiyor bile... Bu durumun farkında olanlar, gün geçtikçe artan bir aşınmanın olduğunda ve bunun da şehrin duruşuna (tarihi, kültürel, sosyal, ekonomik, vs.) olumsuz manada yansıdığında hemfikirler herhalde...
Hemen belirtelim ki, Erzurum'u yazmaya devam etmemiz, yazacak başka şey bulamadığımızdan değil elbette. Zira, arada başka konuları da kaleme aldığımız, okuyanların bildiği bir gerçektir. Dönüp dolaşıp, Erzurum’u yazmayı sürdürüşümüzün belki de ilk sebebi, burada yaşıyor olmamız, burayı sevmemiz ve çevremizle birlikte “özel tarihimizin” oluştuğu yerin burası olması.
İşte geçmiş günler, hepimiz için olmasa bile, bazılarımız için, belli bir zaman diliminden sonra, ara ara zihinde yeniden yaşanan, üstünde düşünülen ve oradan da bir takım sonuçlara ulaşılan günlerdir. Bu iş yapılırken, zaman içinde konumları ve varlıkları değişen insanlar tekrar irdelenir, bazı olayların bellekte bıraktığı iz bir daha ele alınır; insan yüzlerinin ( arkadaş, eş, dost, kardeş, akraba), sokakların, evlerin, türkülerin, davranışların, yaşayışların bu yeni izi, eskinin yerini alır ya da eskiye ilâve yapılır. Bu arada, unuttuklarımız ya da ihmal ettiklerimiz de vardır elbette ki. Fakat, arada geriye dönüp, mâzinin aynasında seyrettiklerimiz hiçte az değildir. Hatta, unuttuğumuzu sandığımız bir çok olay da, bu “geçmişe yolculuk” sırasında kaybolmadıklarını farkettirir, kendiliklerinden gün yüzüne çıkarlar.
Meselâ benim çocukluğumun bir bölümü, Kongre Caddesi civarındaki sokaklarda geçti. Ali Paşa Camii’nin tam karşısındaki sokak ve etrafında geçen o günleri, üzerinden çeyrek asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ bir başka hatırlarım. Benim için, o günlerin hatıralar şeridindeki yeri ayrıdır. Ve beni, geçmişin pembe günlerine, en çok bu zaman diliminden aklımda kalanlar taşır. Evlerinin çoğu yıkılmış, insanlarının kimi ölmüş, kimi bir hayal olmuş olsa da, “Gez Çarşısı” yeni yapılırken oturduğumuz bu sokakları arada bir dolaştığımda, ard arda nostalji fırtınaları patlar içimde...
Çocukluğumuzda, caminin girişindeki boş alanda oynamadan duramazdık. Demirlerinden tutar sallanır, mahfilinde büyükleri taklit ederek namaz kılardık. Görüntüsü ve camiye gelenlerden çocuk ruhumuza sirayet eden havasıyla, muhayyilemizde çok değişik duygular uyandırırdı. Az ilerde, bir dönem de “Âşıklar Kahvesi” olarak faaliyet gösteren Kıbrıs Palas Oteli (Şimdilerde sadece alt katı kahvehane olarak işletiliyor.), caminin karşısına gelen sokakta ise Vefa Oteli vardı. Caminin hemen karşısında ise, Komesli Hanı vardı ve şimdi de aynı yerde. Ama o zaman ki kullanılış amacıyla şimdiki farklı. Bizim çocukluğumuzda, gerçekten han olarak kullanılırdı burası. Daha çok Gümüşhane’den geldikleri söylenen ve çamurdan mamul eşyalar satan insanların, tek atlı arabalarıyla kaldıkları bir mekândı. Hanın ortasına at arabalarını çeker, etraftaki odalarda ise kendileri kalırlardı. Bazen merakımızı yenemez ve hanın içini şöyle bir dolaşır çıkardık. Şimdi müdâvimlerinin “Baltahane” diye adlandırdıkları bir oturma yerine dönüşmüş Komesli Hanı. Bürokrasiden, siyasetten, ticaretten değişik kişilerin devam ettiği, eski eşyalarla dolu bu mekânda, daha çok “mâzi, hâl, istikbâl”le ilgili konular, en çokda “memleket ahvâli” konuşulur. Bir fikir yürütme ve tartışma meydanı olarak da algılanabilir.
Aslında bu şehirle ilgili çok şey yazılmalıydı şimdiye kadar. Özellikle de, Cumhuriyetin ilânından sonraki yakın tarihi hakkında... Ne yazık ki durum, bizim arzu ettiğimiz gibi değil. Tanpınar’ın yazdıklarından başka, bir döneme gelinceye kadar, kırık dökük bir kaç yazının dışında, kültürel kimliği yağmalanan ve hurdahaş edilen Erzurum hakkında pek bir şey yazılmamış. Son yıllarda yapılan bazı ilmî çalışmalar ve şehrin geçmişini hikâye eden yazılar, bu konuda teselli olarak kabul edilebilir.
Şehirde sosyal yapı her geçen gün daha büyük bir cehalet arzetmekte, ticaret ve zenaat durmadan gerilemekte, eğitim ve öğretim açısından, her yıl, biraz daha çağın gerisine düşülmektedir. Dadaş ruhunun en mümeyyiz vasıflarındanolan efendilik, doğruluk ve yardımseverlik, yerini; kabalık, hodbinlik ve görgüsüzlüğe terketmektedir. Şahsında bu tür güzellikleri korumaya çalışan ve yıllar önce, tıpkı başkaları gibi, bu şehirden gidebilme gücüne sahip olan, ama sırf burayı sevdikleri ve ata, dede toprağını terk etmek istemedikleri için burada kalanlar, bugün kendilerini anlayacak ve sohbet edecek kişi, oturacak mekân bulmakta zorlanmaktadırlar. Küfürleşme, taksi düdükleri, kötü kabadayılık örnekleri gırla gitmektedir şehirde...
Tarihiyle övündüğümüz, kültürü ve gelenekleriyle gururlandığımız bu şehir, dışardan, her hangi sebeple olursa olsun, kendisini görmeye gelenleri şaşırtmaktadır. Adeta, “Ne umduk, ne bulduk!” dedirtmektedir. Halbuki, günümüzde, geleneğin özüne sadık kalınarak yapılan ya da restore edilen mekânlar ve eskilerin yeme, içme kültürlerinin tanıtıldığı lokantalar, oldukça fazla müşteri çekmektedir. Şehrimizde de açılan bu tür yerler ve buralarda misafirlere sunulan hizmetler, meraklıları tarafından ilgiyle karşılanmaktadır. Unutulmamalı ki; bu şehrin gelişmesinin ve belli bir çizgiyi geçebilmesinin sırrı, “yerlilikle yeniliği ”, "gelenekle modernliği" birleştirmesinde gizlidir.
Yakınlaşan; çirkinliğin, uzaklaşan ise, güzelliğin ayak sesleridir. Gördüklerimiz, dinlediklerimiz ve okuduklarımızdan çıkardıklarımızla, işte o uzaklaşan sesten geriye kalanları dercetmeye ve kendimizce kayda geçirmeye çalışıyoruz.
Uzaklaşan ayak seslerinin beraberinde götürdüklerinin hepsini muhafaza etmemiz tabii ki mümkün değil. Hele ki; değişimin ve dönüşümün bu kadar hızlı olduğu bir çağda... Maksat, "uzaklaşan sesin", bu çağda ayakta kalması gereken bazı değerleri de alıp götürmesini önlemek. Bunun için hemen çalışmaya başlanırsa, Erzurum, belki “şehir olma vasfını” yakalayabilecektir.
Her neyse... Görünen o ki; biz bu şehri unuttuk; bu şehirde bizi. Unutkan bir şehirde yaşadığınızı unutmayın!
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.