Tatil sabahı... Zamanı hakiki manasıyla değerlendirememenin ve ellerinden kaçırmanın derin üzüntüsüyle camdan baktığımda şehre hafiften yağmurun düştüğünü görüyorum. Bir kırgınlığın ve bin bir endişenin satır aralarında dolaşıp, incinmenin ve incitmenin ruhta bıraktığı tesir üzerine düşünüp, bu anlamda yaptıklarımızın ve bize yapılanların hayat ırmağını nasıl farklılaştırdığını ve rengini boz bulanık çaylara dönüştürdüğünü görmek; insana aklın ve iradenin sınırlarından uzaklaşmanın ve delilikten bir şube olan öfkenin ancak bunları yaptırabileceğini çağrıştırıyor. Böyle davranınca ya da böyle davrananları görünce; yoksa bildiklerimiz, gördüklerimiz ve duyduklarımız o anda berhava mı oluyor, bütün bunları içeren birikimimizi kendimizle birlikte hangi kuyuya atıyoruz ki; sonra kırk akıllı çıkaramıyor.

Bir büyüğün ifadesiyle; “Bu dünya darılma dünyası değil dayanma dünyasıdır.” Ve yine; bu toprakların köşe taşlarından, yaşadığı zamanda olduğu gibi, günümüzde de, gerek tanıyanların anlattığı örnek hayatıyla ve gerekse, yaptıklarıyla, söyledikleriyle gönüllerde müstesna yer edinmiş olan Alvarlı Efe namıyla ma’ruf Hâce Muhammed Lütfi Efendi ne güzel söyler: “Âşık der incitenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden.”  Öğrenmesi kolay, uygulaması zor. Ancak; zorluk olmadan hakikate ve güzelliğe dair ne kazanılıyor ki. Ya da kolaylıkla kazanılanların ömrü ne ki!
                Camdan baktığım ve geleni geçeni, ince ince düşen yağmuru seyrettiğimde, -her nereden aklıma geldiyse-; az önce yazdıklarımı bir kere daha zihnimin bir köşesine yazıp, ara sıra yaptığım gibi, şehri dolaşmaya çıkıyorum. Yıllar içerisinde şehirle kurulan irtibatın devamı ve şehrin sakini olarak son haline vakıf olup, ne olup bittiğini görme adına çıkılan yolculuklar; çoğunlukla “keşkeler” ve “yazık”lar eşliğinde sürüp gider. Bir bir taraftan yıkılıp bir taraftan yapılan-ya da birçok yeri henüz yapılmamış olan-, yıllar içerisinde bir türlü “şehir kavramını doldurmayı becerememiş” haliyle, onu yürekten sevenlerin nazarında üzüntü kaynağıdır. Eski sokaklar, terkedilmiş evler, kurumuş çeşmeler daha bir matemli, daha bir değişik görünüyor insanın gözüne... Açıkçası yağmurun hafiften çiselediği, karın şöyle ağırdan ağırdan yağdığı havalarda, şehri dolaşmayı daha çok seviyorum. Yavaş adımlarla ve geçtiğim yerleri sanki ilk kez görüyormuşçasına inceleyerek yürüyüşüme devam ediyorum.
                Tebrizkapı’dan aşağı doğru iniyor, “Mısır oteli”nin önünden geçiyorum. Kapının önünde durup içeri bakıyorum. Eskiden hurda eşyaların yığılı olduğu yer, şimdilerde yanında yöresinde bulunan tarihi eserlerin etrafının açılıyor olması sebebiyle, buralardaki işyerlerinin yıkılmasından dolayı kahvehane halini almış. Önünden her geçişte merak etmişimdir buraya niçin Mısır oteli (*) dediklerini ve hakkında bir bilgi olup olmadığını...  Fazla oyalanmadan yoluma devam ediyor ve yandaki sokaktan, köşedeki evin duvarında yazılı olduğu gibi, Sultan Melik Mahallesine giriyorum.
Yağmur hâlâ ince ince yağışını sürdürüyor. Tek tük insana rastlıyorum. Sokağı boydan boya geçerek ileri doğru yol alıyorum. Sağda iki katlı eski bir Erzurum evi gözüme çarpıyor. Karşıdaki terzi dükkânına soruyorum; kışın karına, yazın tozuna ve insanların vefasızlığına rağmen ayakta kalmayı başaran evin kime ait olduğunu. Mahalle sakinlerinin sık sık değişmesinden ötürü doğrusunu bilen çıkmıyor.
Sokağın bitiminde tam karşıda bir çeşme var. Üzerinde kitabesi olan çeşmenin (**) sağ tarafında ise herkesin bildiği gibi ecdât yadigârı “Üç Kümbetler” (***) var. Kapısı açık. Herhalde ziyaret için olsa gerek. Çünkü hafta içinde uğradığımda genellikle kapalı bulurum. Kümbetlerin bulunduğu alandan içeri giriyorum.  En büyük kümbetin kapısı her vakit olduğu gibi kapalı, diğerlerinin ise sadece pencereleri açık zaten. Şöyle bir dolaşıyorum etrafı. Ayrıca kare şeklinde küçük bir yapı daha olduğunu gezen herkes bilir sanırım. 
Çocukluğunu bu kümbetlerin arasında çelik çomak, birdir bir, koza leppik, uzun eşek, itti bitti oynayarak geçirmenin ve pencereden bakınca bu tarihî yapıları görmenin güzelliğini düşünüyorum. Gerçi burayla ilgili eski fotoğraflara bakınca, her yanın mezarlarla çevrili olduğunu görürsünüz. Şehrin geçmişiyle olan bağını, yüz yıllara uzanan tarihini göstermesi bakımından o şekliyle muhafaza edilmesi gerekirken, hangi akla hizmet, söküp kaldırıp atarak, her yanını dümdüz etmişler, eski halinden, üç kümbetin dışında hiçbir eser bırakmamışlar.  Yalnızca o günün şartları gereği yapılan bu yıkım, geçmişimizle birlikte geleceğimizin bir bölümünü de toprağa gömüyor böylece. Şehirde, meşhur bir belediye başkanı tarafından bir gecede onlarca kümbetin yerle bir edildiğini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım. Ne talihsiz şehir, ne hazin tecelli!
Bu tarihî mekânı geride bırakarak yukarı doğru yürüdüğünüzde; manzaranın ne kadar değiştiğine tanık oluyorsunuz. Sağı solu yıkılmış bir kaç eski Erzurum evinin dışında buralarda hayat emaresi kalmamış gibi bir şey... Belki yıllardır yapılması gereken bir işe imza atıp, tarihi eserlerin etrafını açarak Kale’nin ve Üç  Kümbetlerin birbirine görmesini sağlayan Yakutiye belediyesi Başkanı Ali Korkut’un burayla ilgili projesi bakalım gerçekleşecek mi? Malumunuz; önümüzde mahalli idareler seçimi var ve adaylar henüz açıklanmadı.
Geri dönüp, Saray Hamamının yanından geçerek, Kullebi Akif Ağanın meşhur konağının yanına geliyorum. Üzerinde “Osmanlı Dönemi 1327(1912)” yazan bina, yaşadıklarına ve tarihi geçmişine uygun bir durumda değil. Şu an kaloriferle ısınan binanın ön yüzündeki her iki pencerenin de altında eski yazı “Maşallah” ibaresi göze çarpıyor.
Yakın tarihin canlı tanıklarından olan konağın yan tarafından yavaş adımlarla Mehdi Efendi kümbetinin (****) yanından geçiyor ve alanın ortasında durup, Emirşeyh Camiine bakıyorum. Buradaki yıkım ve tarihi eserlerin etrafını açma faaliyetinden o da payına düşeni almış ve üst tarafındaki yapılar sökülerek etrafı boşaltılmış. Ancak henüz gereken temizlik ve onarım yapılmamış. Bakalım ne zaman el atılacak. Tekrar aşağı doğru yürüyor; Narmanlı Camiinin yanındaki meydanın arkasından ileriye doğru bakıyorum. Bir yanı otopark, bir yanı meydan olarak düzenlenen alan, gerçekten bir farklılık kazandırmış buraya… Belki bu iş daha önceden yapılmalıydı, ancak biraz gecikmiş olsa da,  düşünüp yapanların ellerine, kollarına sağlık diyorum.
Oradan tekrar geri dönerek “Mısır Oteli”nin yanındaki kahveye giriyorum. Sabahın bu vaktinde içerde bir kaç kişi var. Çoğu orta yaşın üzerinde olan bu kişilerden bazıları sohbetle, bazıları televizyon seyretmekle meşgul. Yaşları yetmiş civarında gösteren iki kişiyse önlerindeki değişik renk, boy ve türdeki tesbihler üzerine konuşmaktalar. Tesbihler satılık olsa gerek. Bir köşeye oturuyorum. Aşina oldukları bir yüz olmadığı için, bakışlar kısa bir an için bana dönüyor ve sonra her şey eski durgun haline avdet ediyor.
İçinde bulunduğumuz bina ve yakın çevre hakkında bilgisi olan biri var mı, diye soruyorum. Hemen yanımdaki masadan biri, az ilerdeki zayıf yüzlü, elmacık kemikleri hafif çıkık birine seslenerek; “Hüsamettin ağabey, beye yardımcı ol. Bak bir şeyler sorir.” diyerek işi ona havale ediyor. Hüsamettin Bey yerinden kalkarak yanıma geliyor. Bu bina ve buraya yakın, bilebileceğini sandığım bazı yerler hakkında malumat istiyorum kendisinden. Şehirdeki yeni yapılaşma ve insan faktörü açısından oldukça dertli olan Hüsamettin bey; şimdi Yenişehir’de oturmasına rağmen, her gün sabah namazında buraya gelip, akşamları gittiğini, yeni mekânlara, yeni semtlere bir türlü alışamadığını ifade ediyor. Hele belli yaştan sonra insanın alıştığı muhitten başka yerlere savruluşu ve tanımadığı, dost olamayacağı insanlar arasında ikamete mecbur edilişi çok kötü… Ama neylersin ki; bunu anlayacak kişi de kalmamıştır ve artık yapılanın telafisi de mümkün değildir.
Yağmurlu bir tatil sabahı, buğusu üstünde çaylarla renklendirdiğimiz sohbeti, işim dolayısıyla kısa kesmek zorunda kalıyorum. Çay parası vermek istediğimde, Anadolu insanının cömert yanının bazı kişilerde ve bazı yerlerde hâlâ yaşadığını görmek beni ziyadesiyle sevindiriyor.
Yağmur altında başladığım geziyi hüzünle karışık duygular içinde tamamladığımda artık rahmet  bedenleri ıslatmıyordu.
NOTLAR :
(*) Daha sonra yaptığım araştırmada da fazla bilgiye rastlamadım. Buranın bir ara saz olarak  kullanıldığını söyleyenler de  çıktı.  Bunun ne derece doğru olduğunu öğrenemedim. Yaklaşık otuz yıl önce otel olarak kullanıldığı, bir kaç yıl önce sökülüp, yerine bina yapılmak istendiği, tescilli olduğu ve sökülmesine izin verilmediği de diğer bilgiler arasında.
(**) Üç Kümbetler meydanına çıkan sokağın başındaki bu çeşmenin adı kayıtlarda, Mehmet Kethüda çeşmesi olarak geçiyor. İbrahim Hakkı Konyalı, kitabede yapılış tarihi konusunda açık bir kayıt olmadığını belirtiyor kitabında.
(***) Bu konuyla alakalı olarak tarihçi Abdürrahim Şerif Beygu kitabında şunları yazıyor:“Bizim günümüzde (1936) eski mezar taşlarının bulunduğu yerler Üç Kümbetler, Sığırcık, Kars kapısındaki mezarlıktır.”S.157. (Daha önce yapılan mezar tahribatından şikâyetle aynı sayfanın dipnotunda yazar şöyle yazıyor.İ.B.)
Zamanımızda Erzurum’da böyle tarihi yazılı mezar taşları onu geçmemektedir. Daimî surette böyle tahribata uğraya uğraya bu hale gelmiştir. Mâzimize şeref ve mevcudiyet veren böyle tarihî mezarların mahvolmaya doğru gitmesi ne kadar acı bir haldir.” (Ve kitabın girişinde buna bir örnek veriyor.)
1933’de vilâyetle belediye tarafından şehrin tarihî mezarlığından biri olan Erzincankapısı mezarlığı sökülüp düzeltilmiştir.(Yani ortadan kaldırılmıştır.İ.B) Halbuki bu mezarlıkta 17,18,19. asırlarda Erzurum’un yetiştirmiş olduğu âlim, şair, kumandan, eski hanedana mensup ailelerin mezarları ile dolu idi. Bunların kitabeli taşları şehrin caddelerine döşenmiştir. Böylece şehrin bu asırlarda yetiştirdiği mühim simaların adları, hatıraları mahvolmuştur. Çok yazık ki sel önünden kütük kaçırır kabilinden bunların bazılarının kitabelerini tespit edebildim. Yüzlercesini yazmak mümkün olmamıştır. Eğer belediye mezarları sökmeden önce halka mezarlık yeri göstermiş olsaydı ve kitabeli taşları da oraya nakletseydi elbette şehrin burnunun dibine sokulmuş olan mezarlığın kaldırılmasındaki verdiği karar ve yaptığı işi yerinde görürdüm.
Yine yazar “Üç Kümbetler mezarlığı” için şunu diyor: “Erzurum’un en eski mezarlığı olmak itibarıyla tarihî kıymeti yüksektir.” S.88  (Ne yazık ki yazarın sökülmediğine şükrettiği ve en eski mezar taşlarının bulunduğu yerler olarak saydığı Üç Kümbetler, Sığırcık, Kars kapısındaki mezarlıklar da, daha sonraki yıllardaki yıkımdan yakasını kurtaramamış ve dümdüz edilmiştir. Buna şehre ait koca bir tarih yerle bir edilmiştir de denebilir. İ.B.)
(****) “Denebilir ki Erzurum’da kümbetlerin eskilik itibarıyla Saltık’ın (  Üç Kümbetlerdeki en büyük kümbet) türbesinden sonra gelir. Kümbette üç mezar vardır. Sandukaları tahtadandır. Mehdişeyh, Türk evliyasından birisi olduğuna ihtimal verilebilir.” s.105,106
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.