Hayatın gerçekleri arasında en tartışmasız olanı, şüphesiz ölümdür.

Her canlı er veya geç ölüm hakikatiyle yüz yüze gelir ve dünyadan ayrılır.

Âşık Reyhani “İnsanoğlu kara benzer/Erimekten kurtulamaz/Sona doğru azar azar/Yürümekten kurtulamaz..” derken , Cahit Sıtkı Tarancı da “ Neylersin ölüm herkesin başında/ Uyudun uyanmadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?/ Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında..” dizeleriyle bu durumu ozan diliyle ifade eder.

İnsanoğlu ölümün ürkütücü soğukluğunu her an görmesine rağmen bu gerçekten uzak durup hiç ölmeyecekmiş duygusu içerisinde hayat sahnesindeki rolünü oynamaya devam eder.

İhtiraslar, dünya nimetleri, sonsuz beklentiler, sınırsız arzular,bitirilmesi gereken işler, doyumsuz zevkler, dünya sevgisi , insana ölüm gerçeğini unutturan faktörlerdir.

“Her nefis ölümü tadacaktır” ilahi mesajına rağmen yine her nefis bu gerçeği kabullenmekte zorlanır ve hiç ölmeyecekmiş gibi davranmaya devam eder.

Bu kadar kesin bir hakikate rağmen insanoğlu ölüm yokmuş gibi yaşar ve onu hafızasızından uzak tutar.

Annesini, babasını, kardeşini, sevgilisini, eşini, çocuğunu, yakınlarını, sevdiklerini kaybedip acı çeken insanların mezar başından ayrıldıktan sonra hayatın akışı içerisine girmeleriyle birlikte ölümü kendilerinden uzak tutmaları garip bir durumdur.

Dünya hayatının devamı ve hayatın dinamizmi için böyle bir duygunun taşınması elbette ki yaratılışıyla ilgili bir durumdur.

Şair” Nefis sen ölmez misin, öleni görmez misin ?” dese de İnsanoğlu fani olma gerçeğini unutup ölümsüz bir varlık gibi davranışlar sergiler.

Dinler ve düşünce sistemleri çabuk unutan insanoğluna bu hakikati hatırlatmaya çalışır ve her insanın ölüm hakikatiyle mutlak yüzleşeceğini bu yüzden dolayı onlara ölümü unutmamasını öğütler.

İnsanın sonsuz arzularına karşı önemli bir fren sistemi olan ölümü hatırlama düşüncesi onun yaşarken ölçülü olmasını amaçlar.

Hz. Peygamber’in ”Lezzetleri darmadağın eden ölümü hatırlayınız” Hadisi Şerifi bu konuyu çok güzel izah etmektedir.

Bu kesin hükme rağmen yine de dünya üzerinde Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar, zalimler, caniler, biriktirp yığanlar, Neronlar, Haccaclar eksik olmaz.

Mutlak bir hakikat olan ölümü hatırlamadan uzak duranlar gibi,onu yok olmak şeklinde yorumlayanlar veya sonsuzluk şeklinde kabul edenler de vardır.

Hz. Mevlana, ölümü; güneşin doğmasına ve batmasına benzetir.

Hz. Mevlana “Batmayı gördün de doğmayı da seyret/ Güneşe ve Ay’a batmadan ne ziyan geliyor ki/Sana batmak görünür ama, o, doğmaktır/Mezar hapis gibi görünür ama, o,canın kurtuluşudur./Hangi tohum yere ekildi de bitmedi?/Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?”diyerek ölüme farklı bir pencereden bakar.

Ölümün korkunç yüzünü bir bahar ülkesine benzeten Yahya Kemal de ölümü bir son olarak değil, sonsuzluk aleminin kapısı olarak görür ve onu ”Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden/Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden” mısraları ile anlatır.

Ölüm kavramı öteden beri insanın kafasını meşgul etmiş onun hakkında her türlü bilgiye ulaşmanın arzusu içerisinde olmuştur.

İşte bu düşünceler içerisinde olan bir Erzurumlu hemşehrimiz, Müftü Solakzâde Muhammed Sadık Efendi’ye giderek ölüm hakkında ne düşündüğünü sorar.

Muazzam bir söz ve mantık ustası olan Solakzade, adama dönerek” ÖLÜM MÜ DEDİN, ÖLÜM BİZDE OLMAZ; ÖLÜM KONU KOMŞUDA OLUR” diyerek anlamlı bir cevap verir.

Müftü Efendi’nin işaret ettiği durum genelde insanların ölüme karşı bakış açısını işaret etmektedir.

Erzurum’un manevi dünyasında önemli bir yere sahip olan Solakzâde Muhammed Sadık Efendi, Erzurumlular tarafından “Müftü Efendi” ismi ile bilinir ve saygıyla hatırlanır.

Kafkasya’dan göç edip önce Artvin’e, oradan İspir’e ve daha sonra Erzurum’a yerleşen Solakzadeler, Erzurum’un ilim ve irfan hayatına önemli katkıları olan saygın bir ailedir.

Erzurum’da “Büyük Hoca” olarak bilinen Ahmet Tevfik Efendi,”Müftü Efendi’nin” dedesidir.

Ailenin “Solakzâde“ lâkabını almaları hakkında bir takım rivayetler vardır.

Bir görüşe göre büyük dedeleri Hacı Süleyman’ın savaşta sol cenahı idare etmesinden dolayı ailenin “Solakzâde” lâkabını aldığı bir başka görüşe göre de cirit meraklısı olan Müftü Efendi’nin dedesi Hacı Lütfullah Efendi’nin ciridi sol eliyle attığı için aileye “Solakzâdeler” denildiği söylenir.Aile ,soyadı kanunundan sonra Solakbay soy ismini alır.

Müftü Efendi’nin babası Hamid Efendi üç yıl müftülük görevinde bulunmuştur.

1881 yılında Erzurum’da doğan Müftü Efendi, ilk eğitimini dedesi ve babasından almış 1910 yılında Erzurum’da il müftü yardımcılığı görevine getirilmiş,1915 yılında ise müftü vekili olmuştur.

İşgal yıllarında Kayseri’ye göç eden Solakzâde daha sonra Erzurum’a geri dönmüş 1919 yılında atandığı müftülük görevini ölene kadar devam ettirmiştir.

Milli Mücadele’de ve Erzurum Kongresi’nde faal olarak çalışan Müftü Efendi, bu sıkıntılı günlerde halkı mücadeleye ve askerlere yardıma davet etmiş,Ulu Cami’yi ,Kazım Karabekir’in emrine vererek silahlı kuvvetlere yardım etmiştir.

Şapka hadisesi sırasında isyan bayrağı çekenlere karşı ciddi bir tepki gösteren Solakzade Muhammed Sadık Efendi, her kesim tarafından saygı gösterilen aydın bir din adamı olarak Erzurumluların gönlünde taht kurmuştur.

Giyimi, zekası ve entelektüel kişiliği ile Müftü Efendi 45 yıl sürdürdüğü müftülük görevi yanında, İbrahim Paşa Camisi’nde müderrislik yapmış çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir.

Pir Ali Baba’nın başlattığı ve savaş yıllarında devam ettirilemeyen” Bin bir hatim geleneği” Müftü Efendi tarafından 1937’de tekrar başlatılmış ve bu güzel gelenek günümüze kadar gelmiştir.

Namaz vakitlerini de hazırlayan Müftü Efendi, ramazan da iftar saatini duyurmak için Yeni Kapı’daki evin cumbasına çıkar, vakit tamam olunca elindeki bayrağı sallar bunu gören kaledeki görevli topu ateşleyerek vaktin geldiğini duyururmuş.

Dini istismar eden şarlatanlara karşı mücadele eden Müftü Efendi, halkın cahil kimselere itibar edip, teslim olmasını büyük bir felaket olarak görmüş, her ortamda mürşidinin Hz. Kur’an ve Hz. Peygamber olduğunu vurgulamıştır.

Dini bilgilerinin yanında derin bir tarih bilgisine sahip olan Müftü Efendi, aynı zamanda Divan Edebiyatı’na meraklı ve bu alanda şiir yazacak kadar da edebiyatla ilgili bir kişiliktir.

Müftü Efendi’nin özelliklerinden biri de çocuklara karşı olan sevgisi ve ilgisidir. Öyle ki gördüğü çocukları “pisik enikleri” diye sevip onlara şeker verdiği söylenir.

Müftü Efendi, bilgiye doymayan ve bu doyumsuzluğunu çoğu kez ifade eden, ilim sevdalısı bir din adamı olarak bilinir.

Öğrencileri, Müftü Efendi’nin bazen Allah’a dua ederek bildiklerini unutup tekrar onları öğrenmek için ona fırsat vermesi için yalvardığını söylerler.

Yine öğrencileri onun , “Öbür dünyada bana ne istediğimi sorsalar derim ki ya Rab bana okutacağımdan fazla öğrenci ver onları okutayım” dediğini anlatırlar.

Erzurum’un hafızasında silinmez izler bırakan Solakzâde Muhammed Sadık Efendi 3 Temmuz 1960 tarihinde Pazar günü vefat etmiştir. Cenaze Namazı Emir Şeyh Camisi’nde Sakıp Danışman tarafından kıldırılmış ve Asri Mezarlık’a defnedilmiştir.

Kaynakça.

Köksal Nermin, Erzurum’un Yüzleri Solakzade Muhammed Sadık Efendi, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 2015

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.