Şehirlerin gelişmesi yahut geri kalması o şehri inşa eden insan kaynağının niteliğiyle ilgilidir. Geri kalmış bir şehrin geri kalma nedenleri saymakla bitmez. Yazılarımızda bu nedenlerin birçoğunu irdelemişizdir elbet.
 
Geri kalmışlıkla doğrudan ilişkilendirilmese de, küçük şehirlerin beslediği insan kaynağının geri kalmışlıkla bir biçimde ilgisi vardır.
 
Küçük şehirde yaşamak insana güven verir. Küçük şehir samimiyettir, daha çok tanıdık demektir; lâkin küçük şehirlerde yaşamanın olumsuz yönleri de pek çoktur. Büyük şehirlerin enerjisi çoktur, küçük şehirlerde dingin bir hayat bir müddet sonra orada yaşayanı hem bedensel hem zihinsel miskinleştirebilir. Dinginlik rahatlığa, rahatlık miskinliğe yol açar. Enerjisi yüksek, okuyan üreten bir karakter küçük şehirde içine kapanır yahut depresif hallere duçar olur.
 
Küçük şehirlerde hayat yavaş akar. Bu yavaşlık bir davranış biçimi olur sonra. Anadolu’da doğuya doğru şehirler de, kasabalar da köyler de küçülür. Sıkça zikrettiğim Tanpınar’ın sözünü yine hatırlatmak isterim: “Doğu, oturup beklenen yerdir!” 
 
Küçük şehir insanı kendini var etmesi için kendinden başkasını karalar, yok sayar, kabullenmez; çünkü şehir aynı sektörde birkaç kişiye göre küçüktür. Makam sayısı azdır, itibarlılık az kişiye nasip olur, arz ve talep azdır. Bu küçüklük ve azlık bir müddet sonra ortaya çıkan her insanı ve niteliği rakip görme hastalığına düşürür. Ortaya çıkan nitelik, zamanında kazanılmış itibar, makam ve kârlılık için bir tehdit kabul edilir. Tehdidin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu durumda o niteliği itibarsızlaştırmak, tehdidi ortadan kaldırmak için türlü yalan, iftira, hasetlik, ayak oyunları, algı yönetimi gibi metotlara başvurulur.
 
Evet, bu kadar sınırlı çerçevede yaşayınca baktığı her yerde bir rakip görüyor kendisine. Kendi niteliksizliğinin, hak edilmemiş itibarın yok olmasından korkar; kendine güveni yoktur böylelerinin aslında. Hâlbuki Victor Hugo’nun dediği gibi “Kendi ışığına güvenen, başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.”
 
Tekrar hatırlatıyorum, küçük şehirler emekliliğini yaşayanlar ve mütevazı hayat sürenler için cennet olabilir: Samimiyet, güven, huzur, sükunet… Mesele; şehre dair söyleyecek sözüm, yapacak çok işim var dediğinizde kendisini gösterir. Etkin bir şekilde ben de “var”ım dediğinizde kopar, kızılca kıyamet!
 
Küçük şehir insanı öğrenilmiş hayatı tekrar eder durur. Durağan ve kendini tekrarlayan hayat. Böyle bir hayat yaşayan insanlar bir şey üretemezler, üretemedikleri gibi bir şeyler yapmak isteyenlerin önüne her türlü engeli çıkarırlar. Çok katmanlı hayatın sadece en alt katında, zeminde tutarlı bir hayat yaşarlar. Dolayısıyla ilişkiler ve hareketler yataydır hep.  Acemisi oldukları üst katlara çıktıkça birbirleriyle çelişir, tutarsızlaşırlar. Müşterekleri azalır. Sudan çıkmış balık gibi olurlar, çırpınarak tekrar kendi sığ sularına dönerler. Ufuk meselesi, anlayacağınız. Alt katta olgun, oturmuş bir hayat, üst katlara çıktıkça adeta ergenlik sancıları…
 
Daha ikinci katta başlar hırgür. Birinin söylediğine diğeri itiraz eder, yaptığını diğeri bozar. Sadettin Ökten’in çok önemli tespitleri vardır bu konuda:
 
“Bu toplum bir şey üretemiyor. Bizim bir yere varamayışımızın nedeni birinin yaptığını diğerinin bozması. Çünkü üzerinde mutabakata vardığımız temel kabuller yok. Kendi içinde tutarlı kabuller üretebilen bir dünyada ortaya konulan hayat da tutarlı olabiliyor.
 
Bir cisim farklı kuvvetler tarafından aynı anda bu kuvvetlerin bulunduğu yöne doğru eşit ölçüde çekilirse o cisim hareket etmez. Ama o kuvvetler aynı doğrultuda bir cismi çekerse, cisim hızlanarak hareket eder. Bizimkisi ilkine benziyor. Bu ayrılık cismin hiçbir tarafa hareket etmemesine neden oluyor. Durağan bir toplumda yaşıyoruz. Ama bir tarafa doğru meyil ettiği anda, bu hareketsizlik sona erecek.”
 
Küçük şehir insanı görerek öğrenir. Dolayısıyla çevresini izler hep. Bu izleme gözetlemeye uzanır sonra. En sonunda da kendisini unutur hep başkalarına bakar. Kendi bilgi ve görgü düzeyini sorgulamadan tek ortak yönü aynı şehirde yaşamak olan nitelikli insanlarla kendisini aynı görmeye başlar. Söylediklerinizi kavramaya çalışmaktansa kendisini “siz”le aynı görüp başka bir rekabet içerisine girer.
 
Kendine bakmak, buna felsefede refleksitive de denir. Yaptığı işte kişinin kendine bakması, egosuna değil ama. Ahlâkî bir bakışla kendine bakmak… Küçük şehir insanında eksiktir refleksitive.
 
Küçük şehirlerde ileriye bakma körlüğü vardır, sonra.
Varsa yoksa, kanıksanmış hayat ve kutsanan mazi…
 
Geleceği biçimlendirecek idrak ve iradeden yoksunluk ve miskinlik küçük şehir insanını maziperest yapar. Geçmişe takılıp kalmıştır. İyi kötü demeden, hiçbir eleştiri ve seçiciliğe tabi tutmadan geçmişi biteviye över. Bu övgünün temelinde aslında “ego”sunu övmek vardır, kendisini ululamak. Daha ilerisi kendisine tapmak derecesinde bencilliğe götürür mazi söylemleri. Evet, küçük şehir insanı maziyi, din sanabilir. Ona göre din bugün değil dün en ideal biçimde yaşanmıştır. Atalarından kendine sirayet eden her geleneği bir dini ritüelmiş gibi yüceltir. Dini de maziye sıkıştırır.
 
Maziden kopmamak, eski yaşanmışlıklardan tecrübelerden yararlanmak başka; maziyi “vaat edilmiş hayat” olarak görmek başka. Maziye körü körüne takılıp kalmak terakkinin zehridir.
 
Küçük şehirler diğer şehirlerle temasa geçtikçe kendisini yeniler, büyür. Zihinsel ve fiziksel olarak... Yazımı yine Ökten’in bir cümlesiyle tamamlamak istiyorum:
 
“İnsan temas etmeden yaşayamaz. Bir medeniyet ancak temassızlıktan iletişimsizlikten ölür. Çünkü temas ve iletişim medeniyetin can suyudur.”
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.